Varlık sebebimiz aynıdır işin başında. Anne ve babamızın bizden izinsiz merhabalaşması. Zaman içinde anlam kazanan yada kaybeden bir varlığım... Bu dünyaya bir çok insan geldi, içlerinde dahiler var, zır deliler, çapulcular... Ben hangisiyim? Ya sen?.... Bir de Shakespeare geldi, tanıdığım andan itibaren varlık sebebim oldu. Büyük ustaya sonsuza kadar saygıyla... Titus Andronicus
30 Aralık 2009 Çarşamba
Bu yıl....
Bu yılı değerlendirecek olursam şimdiye kadar en fazla bilgisayar başında geçirdiğim bir yıl olarak özetleyebilirim.
Kendimle ilgili olarak son derece radikal bir kararla kurmuş olduğum düzeni bozup yepyeni bir düzen kurmak çok kolay değildi ama yapılması gerekenlerdendi ve yapıldı da.
Bu sebeple hiç alışık olmadığın davranış şekilleri geliştirmek bir yerde adaptasyonla doğru orantılı olduğundan yaptıklarıma maddi bir temel oluşturmak ta çok kolay olmadı aslına bakarsanız.
Hemen herşeyin sanal bir ortamda yapıldığı kaçınılmaz düzenimizde belki de en büyük şansım Dolandagel adlı siteyi keşfetmek oldu.
Farklıydı var olanlardan ve neydi bu fark?
Öylesine doğaldı ki herşeyden önce, hiç bir yazıda, eklenilen şeylerde "ben "duygusunu görmeden salt doğru adına yapılanların özetiydi.Sıkılmadan okuyabiliyordunuz,bilimsel terimlere hiç rastlamadan olduğu gibi anlayabiliyor, hatta bildiğinizi sandığınız bir çok şeyde dahi bilmediklerinizi fark edebiliyor, yaşam buluyordunuz.
Yaşama ait hemen her türlü konuyu bulabildiğiniz gibi son derece seçici bir gözle seçilmiş sanatçıların eserlerini, yaşamlarını bir kez daha fark ediyor ve büyüyordunuz.Hayalini kurduğunuz bir okul gibiydi açıkcası.
Öyle bir okul ki, içinde alışık olduğunuz yöneticileri olmayan ve size büyüklük taslamayan, sizin düşünce ve duygularınızı da hesaba katan,kendini ve özelliklerini de bilen aptalca bir mütevaziliğin içinde kaybolmadan insan olmanın bu demek olduğunu kavrayabildiğiniz, çok kolaylıkla ütopya diyebileceğiniz ama son derece gerçek olan bir yer.
Doğal olarak yaşamın içinde böyle bir yer bulamazken, sanal ortamın herşeyle dopdolu hem iyi hemde kötü ortamında cennetten bir köşe ister istemez sizi bilgisayarın başında oturmaya hazır hale getiriyordu.
Hoşumuza giden her olgu bir süre sonra alışkanlığa dönüştüğünde şu ana kadar bilgisayar başında geçirmediğiniz zamanı geçirmeye başlıyor olmanızı yadırgamamalısınız bu sebeple.
Aslında bir konu da bilgi vermek çok kolay gibi gelebilir insana hele o konu da donanımlıysa....
Ne varki bunda sanki diyebilirsiniz kolaylıkla...
İşte öyle bir yer değil burası. Kişileri anlatmak için kullanılan kelimelerin farklı bir sihirli yapısı var.Öylesine bir etkiye sahip ki bu kelimeler görülmeyeni görülür, duyulmayanı duyulur hale getirebiliyor.
Bir kaç hafta önce son derece önemli bir konuyu gündeme getirdiler.
Çağımızın teknoloji çağı olmasının gerçeği dışında bu olgunun hayatımızda açabileceği mutluluklar yanında mutsuzlukları da irdelemek istediler.
Bir tartışma platformuydu kuşkusuz ama öylesine güzel yorumlarda vardı ki burada yazılı olanların salt bir tartışma içersinde kalmasını pek içime sindiremedim aslında.
Artık kolaylıkla dostum diyebileceğim Sanem Uçar ın son derece mütevazi bir şekilde ortaya koyduğu konular bana göre büyük bir bilimselliği içinde barındırıyor.
Kendisinden aldığım bir izinle bu yazılarını sizinle paylaşmak istiyorum:
İnternet Aşkı....
İnternetin henüz bu denli yaygın olmadığı dönemlerde bir üniversitenin sosyoloji ve psikoloji bölümü ortaklaşa internetin insan yaşamındaki yeri ve önemi üzerine bir araştırma yaptı ve bende ister istemez bu araşırmanın parçası oldum.
Dürüst olmam gerekirse çok fazla bir bilgiye sahip değildim o zamanlar. Öncelikle bilgisayarıma ilk defa adını duyduğum ICQ denilen bir chat programını kurdular.
Yapacağım iş konusunda beni bilgilendirdiler. Basit gibi gözüküyordu ancak işin içine girince çok da kolay olmadığını fark ettim.
Çünkü benim gibi belli karakteri, belki mesleği gereği insanlarla konuşma esnasında dahi göz temasını, dokunmayı ilke edinmiş biri için bir monitörün arkasından konuşmak çok saçmaydı.
Kesin kurallar vardı.
Şöyle ki;
Asla konuştuğum biriyle ikinci kez konuşmayacaktım.
Oluşturulan soruları konuşma esnasında fark ettirmeden soracak hiç yorumda bulunmayacaktım.
Eğer bana bir soru gelirse sadece gerçeği söyleyecektim.
Bunun bir araştırma olduğunu belli etmesem de belli olduğunda ret etmeyip karşımdaki kişi isterse konuşmaya devam edecek asla ısrarcı olmayacaktım.
Bunun gibi bir çok kural vardı ve doğal olarak soru.
Konuşma bittikten sonra konuşma metnini araştırmayı yürüten öğretim görevlisine olduğu gibi mail yoluyla gönderecektim.
Bu ızdırap, kelimenin tam anlamıyla bir ızdıraptı, çünkü ben telefon konuşmalarını bile sevmeyen biriyim karşımdakini göremediğimden, aylarca sürdü.
ve sonunda üniversite yeterli bilgileri almış olmalı ki, çalışmanın sonuç kısmına geldiğini bana bildirdiğinde ilk işim ICQ denilen programı bilgisayarımdan kaldırmak oldu.
Bu araştırmayı yapanlar arasında tanıdıklarım olduğundan sonucun bana ulaşması da kolay oldu. Zaten bir minnet duygusu da duyuyor olmalılar ki, sonucu benimle hemen paylaştılar.
Şimdi;
yapılan bu araştırma sonucunda sadece benim araştırdıklarım değil, tüm bilgiler bir çok önemli konuyu içinde barındırıyordu.
Neydi bunlar?
1- Herkes % 100 bir şekilde yalan söylüyordu.
2- Yapılan konuşmalarda kişiler kesinlikle cinsiyet ayrımı yapıyor ve karşı cinsi seçiyordu.
3-Büyük bir oranla hemen hemen % 90 a yakın kişi yaşamından, kendinden,mutlu değildi.
4- Bu yapılan konuşmalarda "paylaşım" gibi bir amaç kesinlikle güdülmüyordu.
5- Eğer paylaşım adına yapılan bir şey varsa bu kesinlikle ya bir flört, yada daha ileri boyuta giden cinsellik taşıyordu.
6-İnsanların yine neredeyse % 90 a yakın bir bölümü "onaylanma" duygusunun tatmin edildiği ve bu ihtiyacın karşılandığına inanıyordu.
7-% 100 bu insanlar internetsiz bir yaşam düşünemiyorlardı.
8-%60 kadınlar ilk başta cinsiyetlerini saklayıp erkek kimliği de değil, cinsiyetin konuşulmadığı bir ortamı tercih ediyorlardı.
9- Erkeklere göre kadınlar daha az sayıdaydılar...
Bunlar hatırlayabildiklerim, daha sonra aklıma gelirse eklerim. Gerçekten oldukça ilginç sonuçlardı.
Şu anda bu oranların yada cevapların kesinlikle değiştiğine inanıyorum bence bir kez daha denemeliler.
Beni en fazla etkileyen sonuçlardan bir tanesi "yalan " konusu oldu.Bu çalışmalar esnasında bir deneğin söylediği bir cümle hala beynimde kazılıdır.
Bana dedi ki;
"Gerçek olamayacak kadar yalansınız....."
Evet, yalan meşru bir hal alıyordu. Son derece doğal, olması gereken sıradan bir olguydu artık yalan.
Bende derim ki; çok fazla dağılmadan yalanın bu denli meşrulaşması hakkında ne düşünüyorsunuz, neler hissediyorsunuz?
Bizlere kazandırdığı alışkanlıklardan bir tanesi bu...
Yalanın meşrulaştığı zamanlarda gerçekten büyük bir tehlike var demektir.
Ama bu anlamda ben bir cümle kurmak istiyorum, bu olumsuz akış oluşmakla birlikte insanoğlu en kolay alışabilen canlı olduğundan bunun tedirginliğini bir süre yaşasa bile , bir kaç zaman sonra normal gelmeye, ve bunun bir sancı yaratmaması durumunu yaşar.
Çünkü kendince haklıdır.
Sadece bu olgu değil, diğer sonuçlar da beraberinde son derece doğal olan bu akışı getirmiştir.
Herşeyden önce çağımızın ve özellikle kapitalist sistemin çarklarında insan olabildiğince yalnızlaşmıştır. Kendisiyle birlikte herşeye yabancıdır. Bu sebeple artık ne doğru ne yanlış çok fazla önemli değildir.
Nefes alabilmesi bireyci olmasıyla doğru orantılıdır. Geride kalan herşey son derece anlamsızdır.
Çalıştığı yerde mutlu değildir, evinde mutlu değildir, mutsuzluk her anlamda kendisini kuşatmıştır.Sürekli olarak birbirinin aynısı günleri yaşamaktadır, kabul görmemektedir, hatta sürekli olarak bir şekilde ret edilmektedir.Hayalini kurduğu hiç bir şey gerçekleşmemiştir, sürekli olarak bir yenilgi vardır yaşantısında. Öyle bir yenilgi ki ne öldürür ne de yaşatır adamı...
Çağımızın insanı bir şekilde büyük bir oran olarak bu durumdadır.Ve birden bire yanıbaşında ona farklı bir dünyayı önüne serecek bir şey bulur.
Yapamadıklarını yapacak, söyleyemediklerini söyleyecek, göremediklerini görecek, duyamadıklarını duyacak sihirli bir dünyadır bu.
Ve üstelik belki de hayatında ona günaydın demeyi ihmal eden insanlar tanısın yada tanımasın bir şekilde günaydın da öte farklı kelimeleri kullanmaya başlayacaktır.
Kendisini iyi hissetmesi kadar normal bir davranış bekleyemezsiniz.Ve sonuçta kaybedecek hiç bir şeyi olmadığından kendisini daha iyi hissedebileceği bir role kesinlikle soyunacaktır. Kimi biraz, kimi bir parça daha, kimi kendini kaptırırcasına...
Belki hayatında hiç yalan söylememiş olabilir ama kaybedenlerdendir, yada Oğuz Atay ın deyimiyle Tutunamayanlardandır,ve burası tutunabilme merkezlerinden bir tanesidir artık.Ufak yalanların hiç bir önemi yoktur. Ya yaşı, ya cinsiyeti, ya kilosu, ya göz rengi vs.vs.. bir şekilde değiştirildiğinde şimdiye kadar hiç yaşamadığı onay ı yaşatacak ve kendine ait bir dünyayı çoktan yaratmış olacaktır.
Hele bir de karşısındaki açlık duyduğu her konuda kendisine cevap verebiliyorsa, ne olursa olsun, bu dünyaya kapılarını ardına kadar açıp, mutsuz olduğu dünyadaki kapılarını kapatacaktır.
Gündem konusuna internet aşkı derken, internette yaşanan aşkları kasdederek koymadım bilesiniz.
Aşk kavramından yola çıkarak koydum. Gerçekten aşk nasıl ki sadece iki kişi arasında yaşanılan bir olguysa ve bu olgu da üçüncü kişilere yer yoksa, kişi ve internet arasında büyük bir tukunun oluşmasını internet aşkı diye yorumlamayıp ne yapacaktım?
Kısacası çağımız insanının kaybolmuşluğunda internet ona farklı dünyalar açan bir umuttur.
Hala daha bunun zararlarını şimdilik konuşmaya yanaşmıyorum, bana göre insanların bu denli büyük bir tutkuyla bu aşkı yaşamasının nedenlerini anlamak gerekiyor da...
Yazmaya çalıştığım bu araştırma kapsamındaki insanların aynı üniversitenin psikoloji bölümünün çıkardığı profil sonuçları.Ve dediğim gibi uzun yıllar öncesini kapsıyor.Şu anda aynı sonuçlar ve nedenler çıkar mı bunu söyleyebilecek konumda görümüyorum kendimi.Bu sebeple bu konu daki yorumu okuyucuya bırakıyorum.
Ancak sevgili Oya engellilerle yaptığımız çalışmaları bir kaç kez dile getirdi.Burada çalıştığım yıllarda da,bilimsel olmayan ampirik sayılabilecek görüşlerimi sizlerle paylaşabilirim.
Bu araştırmaya benzer özellikler gösteriyorlardı ve bu da seneler öncesine gitmiyor günümüzü içine alıyor.
Herşeyden önce ben sakat değildim. Ve orada olma sebebim sakatlıkları nedeniyle ayrımcılığa uğradıklarına olan inancımdı. Sakatlıkları ne o zaman ne de şimdi beni hiç ilgilendirmedi.Sakat olmaları sadece bir durumdu ve ne yazık ki bu durumlarından dolayı ayrımcılığa uğruyor ve engelleniyorlardı.
Şu anda kesin sayıyı pek bilmemekle birlikte Türkiye de yaklaşık 8 milyon sakat insan var.Ve bu insanlar ne yazık ki sakat olmayan insanlar gibi sağlık, eğitim, ve insana ait diğer tüm özelliklerden yoksun olarak yaşamlarını sürdürüyor.Alt yapısı sakat olmayan insanlar için dahi gelişmemiş bizim gibi ülkelerde sakatların yaşamaları gerçekten çok zor. Bu sebeple evlerine kapanmış durumdalar ve bireysel trajedilerini aileleriyle birlikte yaşıyorlar.
İşte bu aşamada onlar için kurulmuş bu internet sitesi düşünemeyeceğiniz kadar büyük bir farkındalık yaratmıştır.
Ve bizde yöneticiler olarak aklınıza gelebilecek her konuda onları bilgilendirmeye, haklarını öğretmeye, mücadele etmeye, eğitim vermeye, ufuklarını açmaya yönelik çalışmalar yapıyorduk.
Oraya açılan bir chat odasıyla aynı anda onlarca kişi birbiriyle konuşabiliyor, dertlerini ortaya dökebiliyor, soru sorabiliyor kısacası dışarıda yapamadıklarını yapmaya çalışıyordu. Bizlerde yöneticiler olarak bu odada sürekli olarak bulunuyor bir olumsuzluk olabilme durumuyla dışarıdan bakan gözler oluyorduk.
Sadece chat odası değil, sitede kurulan onlarca bölümleri siyasetten, sanata kadar her konuda onlarında katılmasını sağlayabilecek şekilde düzenlenmişti.
Benim kişisel olarak amacım, sakatlıklarından dolayı kendilerini farklı hissetmemelerini sağlayabilmekti.Çünkü görebildiğim kadarıyla sakatlıkları sebebiyle bir çoğu sakatlığından utanıyordu.
Yapılanları anlatmayacağım, çok kapsamlı ve zor işlerdi ama hiç bir şikayetimiz yoktu.
Bu aşamada internet onların en büyük mutluluk kaynağıydı. Sözünü ettiğim bilimsel araştırmanın bir çoğu orada da vardı aslında.Yalan orada da meşrulaşmıştı, çoğu mutsuzdu, işleri güçleri yoktu, kendilerini bir hiç gibi görüyorlar ve yaşayamadıkları bir çok şeye karşı bazılarında öfke, bazılarında nefret, bazılarında umursamazlık var gibi gözükse de insan olmanın beraberinde getirdiği bir çok özelliği görebiliyorduk.
Onlarda kendilerine bir dünya kurmuşlardı ve orada oldukları sürece mutluydular, yada mutlu gibi davranma özelliği gösteriyorlardı.
Türkiyedeki en büyük tabulardan bir tanesi olan cinselliğe karşı inanılmaz bir açlık vardı ve bir süre sonra chat odası kendimizi pezevenkler gibi hissetmemize sebep oldu.Sanki sanal bir genelevdeydik.
Düşünce boyutunda son derece haklı olduklarını bilmek kendimizi pezevenk gibi hissetmemize engel olmuyordu.
Ahlaksal anlamda karşı değildim ama bir şeyler yanlıştı.
Yanlış olan ne miydi?
Çok iyi biliyordum ki orada yaptığımız her çalışmadan, her konuşmadan sonra şunu düşünüyorlardı;
"sanem uçar! allahın sağlamı!, önemli olan benim ayşe ali, fatma kimliğim öylemi?sakat olmam tıpkı bir insanın esmer, sarışın, mavi gözlü olması gibi sadece bir durum ha! Sen kırmızı saçlarınla karşıdan karşıya seke seke giderken benim yaşayamadıklarımdan ne kadar haberdarsın? Belki de hayatımda ilk defa bir yerde insan yerine koyuldum, hatta beğenildim, arzulandım, sen kalkmış burayı sanalgenelev olarak değerlendirebiliyorsun
Seke seke git hadi!....."
Aynen bunları düşündüler sevgili dostlar, hatta bunları kelimelere döktüler.
Öylesine bir kuşatılmışlıktı ki sadece sakatlar için değil, herkes için ... İçinde gözle görülmeyen ama her yerde hissedilebilen bir acıyı barındırıyordu.
ve yanlış...
yanlış ise o monitörün düğmesi kapatıldığında herşeyin yine bırakılan yerde kalmış olmasıydı.Değişen bir şey yoktu, geçici bir haz alma durumu ve arkasından çok daha büyümüş bir gedik sadece...
Yaşadığımız hayata birden bire giren internet, yada teknolojik bir sürü alet edavat geçmişte bunlara sahip olmayan ve birden bire sahip olan sapla samanı birbirine karıştıran bizler için ilginç şeyler.
Alıştığımız alışkanlıklardan tamamiyle farklı, ret ediyor gibi gözüksekte aslında bizim de hoşumuza giden ve zorunlu olarak kullandığımız bir sürü şey, çocuklarımız için son derece sıradan bir şey aslına bakacak olursanız.
Biraz daha farklı bir yanı görelim isterseniz.
İlk okuduğunuzda size çok ilgisiz gibi gelecek ama sabırlı olmanızı istiyorum:)
Geçen hafta anaokulu sınıflarıyla bir müzik dersindeydim.
Üç tane anasınıfı var, ve okul bunlara isimler vermiş;
Bulutlar,
Yıldızlar
Şirinler...
Şirinler 5 yaş gurubu.. Yıldızlar ve Bulutlar 6 yaş gurubu.
Onlarla "çalgılar" konusunu işliyoruz.
Bildikleri çalgıları söylemelerini istedim onlardan.
Kendi çocukluğumuzu bir kenara atın genel anlamda bu çocukların keman, piyano, gitar, davul demelerine pek şaşırmayız. Bilmelerini normal sayabiliriz, ama beş yaş gurubu bu bilinen çalgıların yanında duyacağımı hiç ummadığım bir çalgı ismi söylediler benim başka, başka diye onları harekete geçiren sorularım karşısında.
Obua....
Bu çalgıyı bizim yaş gurubunun bile çok kolaylıkla bileceğinden emin değilim eğer müzik eğitimi almadıysa.
Ama günümüzün 5 yaş gurubu özel bir ders almasa bile çalgı denilince "obua" diyebiliyor. Bunu nereden nasıl öğrendiğiyle ilgili bir bilgim yok. Önemli olan biliyor olması....
Devam ediyorum;
6 yaş gurubu onlardan bir yaş büyük olması sebebiyle bu çalgıları sınıflayabilir. Vurmalılar, nefesliler, telliler gibi...
Bunun için kendimce bir giriş cümlesi kurdum:)Sınıflarının isimlerinden yararlandım. Nasıl ki sınıflarının bir isimleri var, Şirinler, yıldızlar, bulutlar gibi acaba çalgılarında sınıfı olabilir mi?
Bu sorum karşısında; olur tabii diye haykırdılar.
Devam ettim; eğer olursa mesela fülüt( O an o geldi aklıma)hangi sınıfta yer alır?
Nefesliler diyeceklerinden o kadar eminim ki verdikleri cevap karşısında; nasıl yanii demek zorunda kaldım.
Bulutlar sınıfında olur örtmenim dediler bana...
"Ama bulut ta gökyüzünde, rüzgar da gökyüzünde, fülüt te vu vuuu diye ses çıkarıyor bulutlar sınıfında olur örtmenim " diye tekrarladılar düşüncelerini.
Muhteşem bir mantık...
Bizden düşünemeyeceğimiz kadar ilerideler her konuda.
Bizlerde ailelerimizden bir adım öndeydik ama şimdi çocuklarımız ailelerinden bir değil onlarca adım ötedeler.
Mutlu olup olmadıklarını tartışmıyorum şu an . Çağ neyi yaşıyorsa, o çağda olup biteni bilmek doğru olandır.
Düşmanınla mücadele etmenin yolu onu tanımaktan geçer ki, her şeye rağmen teknolojinin bir sürü olumsuzluğu olduğuna katılıyor olsam da,onları red eden bir tavır içersinde olmanın anlamsızlığına da inananlardanım.
Başladığımız andan itibaren anlatmaya çalıştığım bir çok olumsuzluğu G3 Kuşağı adını verdiğimiz yeni nesil inanın çok fazla yaşamıyor.
G3 Kuşağı zaten yalnız. Bizim penceremizden bakmadıkları için, tartışmaya başladığımız andan itibaren ortaya koyduğumuz çoğu olumsuzlukları inanın yaşamıyorlar.
İnternet onlar için hayatın bir parçası. Tıpkı su gibi, ekmek gibi.
Bizler için bir ihtiyaç gibi algılansa da onlar için ihtiyacın ötesinde var olan zaten.
G3 kuşağı bizim bildiğimiz arkadaşlık, dostluk,erdem vs. aklınıza ne gelirse bizlerle özdeşleşmiş olan tüm olgulardan farklı bir dünyada gözlerini açtılar.
Bizler kendi algılarımızla olayı değerlendirdiğimizde endişe duyuyor korkuyoruz belki ama onlarda bu anlamda bir algı yok ki, bizim endişelerimiz onlara anlamsız geliyor asıl.
Biz hoşnut değiliz, onlar farkında bile değil hoşnutsuzluğumuzun.
Mutlulukları bizim mutluluklarımıza özdeş bir yapı sergilemiyor. Ve onlar ebeveynleri gibi olmak istediği yaşayamadığı bir kimliğin peşinde değil.
Her şeyin farkında, burada yazılanları görmüş olsalar kıçlarıyla gülecekleri bir konumdalar.
Ve onlar monitörün düğmesini kapattıklarında, internette dolanmış olduklarını bilmenin farkındalığındalar.
Biraz kelimeleri kısalttılar, konuşma dilini unuttuklarından sözel anlatımda yetersiz, bilgide alabildiğince ileride tam 2010 a çok az bir süre kalındığı mavigezegendeler.
İnternet, dışarıya açılan bir pencere olmanın dışında başkaları içinde bir yaşam bulabileceği bir olguya dönüşmüştür.Sanırım bu kişilik yapılarımızla da doğru orantılı. Yada yaşama bakış açılarımızla.
Kısacası bu aşk, doğru kişilerin ellerinde gelişip güzelleşebilecek bir şeydir de aynı zamanda.
Ayrıntıları ve diğer cevapları görebilmek için uğrayacağınız adres şudur;
http://www.dolandagel.com.tr/
Açıkcası hem gündem konuları, hem sanatla ilgili tüm konular sebebiyle yerinizden hiç kalkmadan yazılanları okuyabileceğiniz ve internetin doğru yönünü bulabileceğiniz yerlerden bir tanesi.
Kendini klavyeden aldığı güçle, ekranın arkasından yazar sanan, edebiyatçı sanan, sanmanın ötesinde sanatçı, yazar,sınıfına koyan bir çok kişiye pek iyi gelmeyecektir bu arada....
Bu yılın bana kazandırdığı en önemli yerlerden bir tanesi bu ve bu sebeple; Teşekkürler Sanem Uçar...
25 Aralık 2009 Cuma
Arthur Schopenhauer
Hayatın Acıları Üzerine
Hayatın birinci yarısı, mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır.
Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık.
Aklı başında insanların, yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundan ötürüdür. Gençliğimde, kapımın zilinin her çalınışında, gönlüm sevinçle doluyor ve
kendi kendime, "Oh ne iyi! İşte yeni bir olay!" diyordum.
Ama yıllar geçip de, olgunlaştığım zaman, her zil sesinden sonra şöyle düşündüm: "Yine ne var?"
İnsan yaşlandıkça, tutkuların ve isteklerin nesnesi farksızlaştıkça; bu isteklerin ve tutkuların bir bir ortadan kayboldukları, duyarlığın güdükleştiği, hayat gücünün
zayıfladığı, görüntülerin solduğu, izlenimlerin etki yapmadan gelip geçtiği, günlerin gittikçe daha hızlı aktığı, olayların önemlerini kaybettiği ve her şeyin renksizleştiği görülür. Günlerin yükü altında sallanarak yürür insan ya da bir köşeye çekilip dinlenir. Geçmiş varlığının gölgesi ya da hayaleti haline girer. Kendinden geçme, sonsuz uyku haline dönüşür bir gün.
..........o..........
Dante, dile getirdiği cehennemin örneğini ve konusunu, bizim gerçek dünyamızdan başka nerede arayabilirdi? Nitekim, bize çok eksiksiz bir cehennem görüntüsü sundu. Ama cenneti ve cennetin mutlu hayatını dile getirmesi gerektiği zaman, aşılması olanaksız bir güçlükle karşılaştı. Çünkü içinde yaşadığımız şu dünya ile cennet arasında, hiçbir benzerlik yoktu. Cennetteki mutlu hayatı anlatacağı yerde, atalarının, sevgilisi Beatrice'in ve çeşitli ermişlerin verdiği bilgileri iletti bize.
İçinde yaşadığımız dünyanın, ne biçim bir dünya olduğu, böylece açık bir şekilde anlaşılıyor, değil mi ?
..........o..........
Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek
ona şöyle bağırmak hakkımızdır: "Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?"
..........o..........
İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir.
İnsan ne kadar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.
Arthur Schopenhauer
16 Aralık 2009 Çarşamba
Birahane Longa
Birahane Longa
Cızırdıyor gramofon yüreğim
"her işlik bir mezbahadır
zaman da kemik sesleri çıkarır"
diyen adı çaprazlanmış
ve sımsıkı dosyalanmış birinin
ve körelmiş bir parkın anısıyla;
nice tarih yazıldı kuytularında
tüze'nin ve aktöre' nin ırzına geçtiği tarihler;
orda sunuldu cumhura
bileklerinden Dolapdere'nin karasını ve Gülhane'nin
irinli günlerini etin yırtılış acısıyla geliyor her güz
ve akşam söyleşilerini akıtan bir Şorola heykeli
ve teybin hala ilenen "Orhan ağbi" sinin sesiyle otelin
gölgeliğine gömülen
beton alüminyum ve cam gölgeliğe
gömülen mevsimlik bir Erzurumlu'nun geçmişin tepilmiş
patikaları ve ekşimiş han odalarıyla inildeyen son fotografisi;
orda enselendi" yarınlarımız"
marlboro ve kızlık sunarken
cumhura
Bayım açık bırakılmış bir musluk
var da sanki şuramda
akıp geçti Dicle'nin çıbanlı ikindileri, taş yapıların hala
üstünden sızan yalnızlık nemi
Bir gömütlük anısıyla seyrettim Öğretmenler Odası'nın
penceresinden
bir eğe sesiyle yağan karı
gelip gitti ağır gurbet kokusuyla tabutlar
şu kırık tozlu aynada da
göz göze geldiğim şimdi
parçalanmış bir suret
ben toz edildim genelgelerle
her salgından bir parça bulaştı üstüme, kıl
çadırların önünde dövülen ağlayıcıların
haykırışlarıyla yırtıldım
felç geldi dilime
yıllarca bir mektup bile yazmadım,her zaman da öğrenemiyor insan söylendiği gibi ah kızaran
yaprakların gürültüsüyle fırladım bir öğle sonu içimde titreyip duran bir akrep
camsız bir penceresin sen diye haykırdım karıma
ve orda akıp gitti anlatacaklarımın sözcükleri
ve anlatacak bir şey yoksa eğer
katilini de ardında gezdiriyor yürek
her beden gibi
bu tezgah-ı siper' in ardında şimdi
yitip gittiğim insan cangılının
karanlık göz çukurlarından başım dönerek
duydunuz mu bilmem Bedevi Çardak Zindanı!nı
çok eskilere dayanıyor körleşmenin tarihi ve hiç
geçmiyor mu zaman?
orda çalışırdı en ünlü mil çekme ustaları
gerek yok bakmaya, baksan da ön yüzü
görüyoruz zaten-kıpırtılarla deviniyorum
artık, sesle
yeni bir satırbaşıdır her ses
işte kırılan bir bardak sesi
Ben de sıçrıyorum uyuduğum banktan ilk
tramvayların gürültüsüyle
salepçinin önünde kuyruk olmuş gece esnafı
doktor Fikret bana bakıyor o sıra evinden kaçmış
ama hangi zamanda
alnında kapkara bir şiir başlığı
adıyor daha önceki bir zamanda Şizofreni adlı kitabını;
"Bu monografi şizofreni dünyasında yaşayanlara ithaf
edilmiştir", sayfayı çevirince de
okuduklarım şunlar
ama hangi zamanda;
"şizofreniğin başka kimselerden farkı hayat
olaylarına yabancı kalışıdır. Yabancı ve yalnız
olduğunu farkeden şizofrenik mümkün olduğu kadar
başkalarından uzak kalarak kendi aleminde
kadının sesi
ey Zaman
ilerledikçe berinin gömütlüğüne varıyorsun
yumuşayıp da yaprak sürdüğünde incir dalı
yazdır;
şezlonga uzanmış kestiriyorsun dutun
gölgeliğinde baba,
hücrelerin kemirilmiyor henüz, bombalanmış
kahveleri görmedin,
düşlerine girmedi işkence edilmiş hiç bir ceset
fesleğen saksısına uzanırken yaşamdan
öç almanın mantığıyla taşıllaşıp kalkmadı elin
Ah hükmü verildi herkesin
söz daha ne kadar yenilecek tarihe
normalleştirilmiş bir cinnetin gözlerine takındık
bu üzünçlerin" mavi çek " i kimde
" ak kart " ı kimde bu işsizliklerin
ne banker ne üstübeç silebiliyor yazıyı
yaşıyor acılar
Bayım
boğazlıyor bahçeleri inşaatçı deyyuslar
bir ayin sesi var her yerde
bu bize kalan
leyleklerin düzüldüğü bir yurtluk;Körlüğün
göz çukuru kendi içine doğru kanayan
ey bize hiç bir şey sormayan
sür bu gülü sür içimden
koşturmaya çalışan bu tek bacaklı mevsimi kanırt
umudu terk eden kurtulacaktır
ancak zamanıyla bakışan kurtulacaktır
konuşmayı yeniden bulan kurtulacaktır
Kullanılmış Sözlük
yumrukluyor benim de gırtlağımı
hırıltılıyorum plastik bir göğün altında
"Ey kardeşim Yonatan sesin için acılıyım" a bir bira
zehirlenmiş güvercinler için bir bira
Kavak'taki beş para etmez sessizlik rakımı içerken
hangi zamanda bir stadyum kalabalığıyla
gülümsemiştim oğul
ovulan ve üzüncü gitmek bilmeyen evler için
Yasın da gizli bir dili var
çoğaltılıyor
iskelelerde bile
tıkış tıkış trenlerde bile
televizyonlarda bile
göz göze gelirken Ceyarla
içi emaye gırtlağım
ünlüyor son bir kıvranışla;
öldürüldüm
Ahmet Oktay
(Şiiri bana ulaştıran Sanem Uçar a teşekkürler)
Ahmet Oktay
Aklıma geliverdi birdenbire nedense Ahmet Oktay.
Ne çok özlediğimi anımsadım birden bu farklı edebiyatçıyı.
Adını ilk kez babamdan duymuştum, gazeteciydi o zamanlar ve taparcasına severdi bu adamı."Böyle bir kaç adam daha olacak ...." der di haykırarak, "olacak ki görsünler o zaman!"
Biraz daha aklım başıma geldiğinde evdeki şiir kitaplarına merak sarmıştım.Dizelerini okurken anlayıvermiştim babamı.
Ödün vermeden süren bir hayat onun ki.Duygular ve düşünceler kelimelere dökülmüş, topluma ve insana ait ne varsa o büyünün içinden göz süzer.
Acı
Usandım taş basması günler yaşamaktan
yalnızlığımı büyütüyorum korkunç
yani bağırmak sana sulardan.
Her gün yeniden ölmek
elinden karanlık adamların
yalanla, ekmekle, silahla.
Üstümüze bakarken çağlar
her çocuk başı okşadığımız
suçlu bizmişiz gibi
büyüyor avcumuzda.
Gözlerinde bile
deniz dibi gözlerinde ölüler
askerler ve gemiciler halinde.
İhtiyar yüreği toprağın
buğdayı, elma'sı
korkuda.
Suskunluğum, utancım büyük
sıkıntım kara.
Gel dağıt mavini
kör kuyular uykuma.
Gökdelen
Buradayım, gökdelenin kapısında,
yine de tutuşmuş bir çöl gecesi
içimde. Sarsılıyorum feryatlar
ve patlamalarla. Sarılmak istiyor
boynuma bir kız çocuğu. Biri buz
bassa alnıma, uyansam karabasansı
gün düşünden. Dedektörle kontrol
ediyor görevli. Kendimi suçlu hissettiğim
anda, ötüyor cep telefonum.
Herkesin telefonu ötüyor zaten,
çarşaflının ve pantolonlunun, dazlağın
ve berelinin. Teknoloji bağımlısı
düşmanlar olarak bakıyoruz
birbirimize. Ürküyorum birden
turnikeyi geçmiş sıkmabaşlının zifirî
gözlerinden. Akıp gidiyor orada
tekinsiz gecenin arzuları. Hatlar
karışsa diyorum, dua edercesine;
karışsa ve aksa usulca içine sözlerim;
“beyaz ve alevli etini gördüm,
sezinliyor yaşlanan beden
bin bir biçimli kösnüyü. Ölümün
bir uzak, bir yakın gölgesini”.
Bitişik zamanlar! Girdiğim her izbe
bir giz açıklıyor. Anlaşılmaz paragraflar
şerhe tabi; her parazit, her görüntü
yeni bir tefsir. Orta sondaydım, okul çıkışı
geçerdim Cebeci koruluğundan. O gölgeli yolu
T.E.D. aldı sonradan. Eşref Üren
kurardı şövalesini yaz kış. Sigarasını yakmış
ve şöyle demişti ilk fırçayı vurmadan: “Savaş
belasıdır dünyanın. Ama biz dinginliği görürüz
doğada”. Kar kesilmişti farkına varmadan.
Gökdelenin kapısındayım, yeni haberler
bekliyorum. Uçup gitmiş ıslak
yaprakların kokusu;
uçup gitmiş çoktan.
Envanter
Çok az şey saklamışım yaşamımda;
ne bir fotoğraf var ilk aşklardan
ne bir mektup,
dostlardan beş on tane;
şunları yazmış Stockholm'den
Demir Özlü 1983'te:
"rahmetli Çiğiltepe'nin oğlunu gördüm
geçenlerde Helsinki'de,
sürüyorum geçmişin izlerini"
Hangi izlerin peşinden gittim ben
içimde bir mahşer beklentisi?
Çok az şey biriktirmişim yaşamımda;
hiçbir andaç yok babamdan,
verdiği mineli çakmağı
unutmuşum bir Amerikan Bar'da;
ah umursamaz gençlik!
Sımsıkı tutsaydım şimdi
avucum ısınır mıydı acaba?
Yığınla not var ama masamın gözlerinde:
şöyle "Üç Kör" başlıklısı: -Homeros,
Milton, Borges - İçgörü üzerine bir şiir
yazacaktım belki de. İşte bir başkası:
"Yolculuk": -Odysseia, Moby Dick,
Karanlığın Yüreği-
Belli : Çıkış ve Varis ya da
Başlangıç ve Son takılmış kafama.
Demek ki yetişemiyor insan
ne yapsa kendi tasarısına.
Kitaplardaki kenar notlarında kalacak
benim ardımda bıraktığım iz,
anonim bir kimlik olacağım;
bir sahaf dükkânında yıllar sonra
satılmış kitaplarımı karıştıran okur
bilemeyecek
satırların altını benim çizdiğimi,
geçmişe ve geleceğe karışa karışa.
İthaf sayfalarını da yırtmalıyım yavaş yavaş;
yığınla düş kırıklığı, yanılış;
yüzünü görmediklerim var,
yazdıklarını sevmediklerim.
Küskün ölenler oldu bana,
kimlere küskün öleceğim
ben acaba?
Ne çok özlediğimi anımsadım birden bu farklı edebiyatçıyı.
Adını ilk kez babamdan duymuştum, gazeteciydi o zamanlar ve taparcasına severdi bu adamı."Böyle bir kaç adam daha olacak ...." der di haykırarak, "olacak ki görsünler o zaman!"
Biraz daha aklım başıma geldiğinde evdeki şiir kitaplarına merak sarmıştım.Dizelerini okurken anlayıvermiştim babamı.
Ödün vermeden süren bir hayat onun ki.Duygular ve düşünceler kelimelere dökülmüş, topluma ve insana ait ne varsa o büyünün içinden göz süzer.
Acı
Usandım taş basması günler yaşamaktan
yalnızlığımı büyütüyorum korkunç
yani bağırmak sana sulardan.
Her gün yeniden ölmek
elinden karanlık adamların
yalanla, ekmekle, silahla.
Üstümüze bakarken çağlar
her çocuk başı okşadığımız
suçlu bizmişiz gibi
büyüyor avcumuzda.
Gözlerinde bile
deniz dibi gözlerinde ölüler
askerler ve gemiciler halinde.
İhtiyar yüreği toprağın
buğdayı, elma'sı
korkuda.
Suskunluğum, utancım büyük
sıkıntım kara.
Gel dağıt mavini
kör kuyular uykuma.
Gökdelen
Buradayım, gökdelenin kapısında,
yine de tutuşmuş bir çöl gecesi
içimde. Sarsılıyorum feryatlar
ve patlamalarla. Sarılmak istiyor
boynuma bir kız çocuğu. Biri buz
bassa alnıma, uyansam karabasansı
gün düşünden. Dedektörle kontrol
ediyor görevli. Kendimi suçlu hissettiğim
anda, ötüyor cep telefonum.
Herkesin telefonu ötüyor zaten,
çarşaflının ve pantolonlunun, dazlağın
ve berelinin. Teknoloji bağımlısı
düşmanlar olarak bakıyoruz
birbirimize. Ürküyorum birden
turnikeyi geçmiş sıkmabaşlının zifirî
gözlerinden. Akıp gidiyor orada
tekinsiz gecenin arzuları. Hatlar
karışsa diyorum, dua edercesine;
karışsa ve aksa usulca içine sözlerim;
“beyaz ve alevli etini gördüm,
sezinliyor yaşlanan beden
bin bir biçimli kösnüyü. Ölümün
bir uzak, bir yakın gölgesini”.
Bitişik zamanlar! Girdiğim her izbe
bir giz açıklıyor. Anlaşılmaz paragraflar
şerhe tabi; her parazit, her görüntü
yeni bir tefsir. Orta sondaydım, okul çıkışı
geçerdim Cebeci koruluğundan. O gölgeli yolu
T.E.D. aldı sonradan. Eşref Üren
kurardı şövalesini yaz kış. Sigarasını yakmış
ve şöyle demişti ilk fırçayı vurmadan: “Savaş
belasıdır dünyanın. Ama biz dinginliği görürüz
doğada”. Kar kesilmişti farkına varmadan.
Gökdelenin kapısındayım, yeni haberler
bekliyorum. Uçup gitmiş ıslak
yaprakların kokusu;
uçup gitmiş çoktan.
Envanter
Çok az şey saklamışım yaşamımda;
ne bir fotoğraf var ilk aşklardan
ne bir mektup,
dostlardan beş on tane;
şunları yazmış Stockholm'den
Demir Özlü 1983'te:
"rahmetli Çiğiltepe'nin oğlunu gördüm
geçenlerde Helsinki'de,
sürüyorum geçmişin izlerini"
Hangi izlerin peşinden gittim ben
içimde bir mahşer beklentisi?
Çok az şey biriktirmişim yaşamımda;
hiçbir andaç yok babamdan,
verdiği mineli çakmağı
unutmuşum bir Amerikan Bar'da;
ah umursamaz gençlik!
Sımsıkı tutsaydım şimdi
avucum ısınır mıydı acaba?
Yığınla not var ama masamın gözlerinde:
şöyle "Üç Kör" başlıklısı: -Homeros,
Milton, Borges - İçgörü üzerine bir şiir
yazacaktım belki de. İşte bir başkası:
"Yolculuk": -Odysseia, Moby Dick,
Karanlığın Yüreği-
Belli : Çıkış ve Varis ya da
Başlangıç ve Son takılmış kafama.
Demek ki yetişemiyor insan
ne yapsa kendi tasarısına.
Kitaplardaki kenar notlarında kalacak
benim ardımda bıraktığım iz,
anonim bir kimlik olacağım;
bir sahaf dükkânında yıllar sonra
satılmış kitaplarımı karıştıran okur
bilemeyecek
satırların altını benim çizdiğimi,
geçmişe ve geleceğe karışa karışa.
İthaf sayfalarını da yırtmalıyım yavaş yavaş;
yığınla düş kırıklığı, yanılış;
yüzünü görmediklerim var,
yazdıklarını sevmediklerim.
Küskün ölenler oldu bana,
kimlere küskün öleceğim
ben acaba?
25 Kasım 2009 Çarşamba
Mitoz bölünmeye uğrayan yazıcıklar...
Bir kaç gündür bir çok şeye kafayı takmış durumdayım ve ister istemez düşünme durumunda oluyorum bu konuda.
Her zamanki alışkanlıklarımı da yerine getiriyorum.
İşime gidiyorum, zamanım varsa atölyeme uğruyorum, müzik dinliyorum bir taraftan ama düşünmek eylemi yaptığım her işte benimle.
Gazete okuma alışkanlığımı da yitirmedim,internetten de takip ettiğim yerler olmasına rağmen gazete okumanın o hışırtılı sesini seviyorum.
Genel anlamda okumak sanırım hiç vaz geçemeyeceğim alışkanlıklarımdan. Ne olursa, nasıl olursa okumayı seviyorum.Artık yazarları takip etmek oldukça zorlaştı. Hemen hergün yeni isimlerle karşılaşabiliyorsun.Kitap okumanın herşeye rağmen sağlıklı bir yol haritası var.
Okumaya karşı garip bir ilgi içersindeyseniz, bilgisayarınızın başında bile okuyabileceğim alanlara gitmek benim tercihlerimden oluyor. Ve bu inanılmaz dünya öyle çok yazılarla dolu ki...Dünyadaki bütün insanlar bir yazar edasıyla her yeri kaplamış durumdalar.
Kaçınılmaz gerçeklerimizden biri bu. Korunmanın yolu yok, korunmak kişinin geçmişinin doluluğuyla doğru orantılı. Eğer birazcık boşsa o geçmiş,çok kolaylıkla bir sürü yanlış düşünceye kapılmak olası.
Büyük düşünür Nietzsche, en büyük eserim dediği Böyle Buyurdu Zerdüş ü anlatmaya çalışırken, orada yazılanları anlayabilmenin zorluğunu bildiğinden bir yer açmıştı anlayamayanlara ve anlamak isteyenlere, tabii kendi diliyle;
"Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler yönetir dünyayı.
Bu gibi şeyler ancak en seçkinlerin kulağına ulaşır; burada dinleyici olabilmek eşsiz bir ayrıcalıktır."
Evet dinleyici olabilmek bile büyük bir ayrıcalıkken artık insanlar düşünür edasıyla anlamsız, gereksiz, cümleleriyle düşünür ve yazar konumundalar kendilerince.
İşte bu sağda solda mitoz bölünmeye uğrayarak çoğalan yazıcıklar arasında doğruyu bulabilmek, doğru insanı takip edebilmek, keşfetmek gün geçtikçe zorlaşmakta.
Öylesine yanlış, yanılgı yayan yazılarla karşılaşıyorum ki, bazen müdahale etme gereği duyuyorum yine Nietzsche den aldığım bir güçle.
"Yanılgı körlük değildir, yanılgı korkaklıktır."
Kendi dünyasında doğruyu bulamamış, ama doğru olduğuna inanan, büyük bir olasılıkla çevresinden de destek gören onlarca kişi yanılgılarıyla etrafa korkaklıklarını da yansıtıyorlar ve kimse farkında değil.
Diyebilirsiniz ki bu yazdıkların ne oluyor?
Evet burası bir blog, yani bana ait bir günlük...
Hiç bir iddaam olmadan , yazar sıfatına hiç soyunmadan , kişilere bilgi vermeyi yada bir şeyler öğretmeyi düşünmeden iç sesimle yaptığım konuşmaların izdüşümü...
Yüzümü gülümseten kişilerde var,iyi ki var, ve onlar yine Nietzsche nin ;
"Bilgide her kazanç, ileriye atılan her adım yüreklilikten gelir, kendi kendine karşı sertlikten, dürüstlükten gelir"
düşüncesiyle hareket etmiş olmalarından kaynaklanıyor.
20 Kasım 2009 Cuma
Işık..
İnsanlar tanırız, yakınımızdadır, dostlarımızdır, sevdiklerimizdir, yada hiç bir şeyimiz değildir.
Hiç bir şeyimiz olmasa bile derinliklerinde yatan güzelliklerle davranmayı ilke edindiklerinden önem kazanırlar.
Önem kazandığı andan itibaren izin verdiği ölçüde tanımış olmayı kabul edemez, daha fazla bilgi edinmenin çabasında olur insanoğlu.
Ya da en azından ben öyleyim.
İstediği kadar kendini saklama durumunda olsun kişi,görmek isteyenler için görülmeyenlerin görüldüğü pencereler hep açıktır.
O pencereden içeriye bir göz attığımda gördüklerim karşısında şaşırdığım biri var.
Böyle bir kişiliğin var olduğuna inanmak gerçekten kabulde zorlanılan şeylerden bir tanesi. Çünkü öylesine değişti ki insanlar ve doğal olarak insan ilişkileri, ister istemez şaşırıyorsunuz.
Bir insan kendisini bu kadar iyi nasıl yetiştirir? diye soruyorsunuz.Sahip olduklarını ortaya dökerken bir bilgiç edanın ötesinde oldukça sıradanlaştırarak sunması büyüleyici...
Hiç te sıradan değil oysa etrafından yankılanan cümleler, melodiler...
Önemsenmenin tamamiyle unutulduğu bir evrede kendinizi önemsenmiş gibi hissediyorsunuz. Minicik bir kelime, bir dokunuş geliyor kafanızda bir şey yarattıysanız ve anlayamadıysanız.Bir an da kendinizi iyi hissediyorsunuz.
Öğreniyorsunuz onunla. Bildiğinizi sandığınız şeyleri bile öğreniyorsunuz, ama öğrenmede öğretme davranışından eser yok.
Gerçek olabileceğine inanamadığım için ister istemez kaybedeceğime dair de bir korku sarıyor içimi.İnsanların bu koskoca evrende onca kalabalığın arasında tek başına yaşadığını gayet iyi bildiğinizden var olduğuna bile inanamazken kaybedeceğiniz korkusunun derininde yatan bencilliğim de korkutuyor beni.
Ve görüyorum istemeden;
O dimdik sağlam duruşunun ardında onu var eden en belirgin özellik yaşanmışlıkların ardındaki hüzün.Bü yüzden içinde hep kemanın hisli ezgileri dolaştığından eminim.
En yakınındakiler ona en uzak olanlar ayrıca.
En çok ta bu koyuyor bana.
Farklı olanları anlamak kolay değil. Onlar anlaşılmamaya,yalnız kalmaya mahkum.Bir güneş gibi pırıl pırıl ışık saçarken başka gezegenlerin ışıltısına dalacak onlarca insan tanıyorum yeryüzünde.
İçimde garip bir sızı var , anlatması zor, haksızlıklar üzerine kurulmuş bu dünya.
11 Kasım 2009 Çarşamba
Çok seslilik, çok renklilik
Her zaman kafama takılan bir soru bu sabah gerçek anlamda benim için sorun olmaya başladı.
Her zamanki işlerimi yaptıktan sonra bir müzik dinledim ve bu müzik annemin yıllar önce bozuk bir Türkçe ile söylemeye çalıştığı bir şarkıydı.
Müziğin insanı farklı şekilde etkileyecek bir özelliği vardır.
"Müzik insanı yolculuğa çıkartır."
Bende müziği dinlerken geçmişe ait bir yolculuğa çıktım.
Şu an bu duygu yoğunluğuyla boğuşmaya çalışıyorum ama kafama takılan konu çok daha farklı bir şey aslında. Bu sebeple duygu kısmını bir tarafa bırakıp düşünce boyutuyla bakmaktayım.
Dinlediğim müziğe etnik müzik adını vermişler.
Lejla Jusic adlı bir bayan sanatçı "Sevemez Kimse Seni" adlı bir şarkı söylüyordu.
Bildiğim Suat Sayın a ait bir parça olduğudur.Suat Sayın da Türk Sanat Müziği Sanatçılarından biridir.Gerçi ben onu Türk filmlerinin müziklerinden tanıyorum. O benim için bazen Türkan Şoray, bazen Hülya Koçyiğit tir....
Lejla Jusic ise Saraybosnalı gerçekten çok güzel bir sese sahip, eğitimini şan üzerine yapmış,kendi ulusuna ait ezgileri seslendirdiği gibi başka ülkelere ait ezgileri de seslendiren kapsamlı bir sanatçıdır.
Lejla Jusic i etnik müzik yapan sanatçılar arasına alabiliriz.Türkiye ye geldiğinde bize ait parçaları seslendirdiğinde ise ,bu parçada olduğu gibi, yapısından dolayı bir sınıfa ait parçayı etnik müzik kimliğiyle etiketlemek müzik adına bir yanlıştır.
Bu parça poplaşmış, biraz arabeskleşmiş bir Türk Sanat Müziği parçasıdır ve etnik müzikle yakından uzaktan ilgisi yoktur.
Etnik kavramı aslına bakarsanız sosyolojik bir terim olup sosyologlar arasında dahi henüz tam anlamıyla bir yere oturtulamamış bir kavramdır.
Her ülkede sayıları değişebilen etnik guruplar vardır.Bir gurubu etnik tanımının içine almamız için, o gurubun ortak bir geçmişe dayandırılarak ötekileştirilmesi gerekmektedir.
Yani siyasi bir yapısı vardır etnik yapının.
Yaşadığı coğrafyada yaşadığı coğrafyanın yapısından farklı olan gelenekleri, dilleri, dinleri vardır etnik gurupların.Sadece bunlar değildir bir gurubu etnik yapan.
Bu gurubun içindekilerde kendilerini yaşadıkları coğrafyanın dışında bir yapıda görür ve bu kabulle yaşar.
Bu sebeple bir üst yapı kuruluşu olan sanat kavramı da yaşadığı coğrafyanın dışında özellik gösterir.
Hassas olmamız gereken konu halk müziğiyle etnik müziğin birbirine karıştırılmamasıdır.İkisi de birbirinden son derece farklı iki olgudur. Ama ne yazık ki aynıymış gibi ele alınır.
Etnik müzik ve halk müziğini aynı gibi ele aldığımızda müzik adına bir çok yanlışlığa adım atmış oluruz. Etnik guruplar ve doğal olarak etnik müzikler Halk Müziğini zenginleştiren ara kaynaklardandır.
Halk Müziği içine etnik müziği almasına rağmen, etnik müzik kendi başına bağımsız olmayı tercih eder.Birinin kucaklayan birinin ret eden bir yapısı vardır.Ve bu da doğanın en güzel zıtlığının uyumunu ortaya çıkarır.Farkına varmadığımız şey budur aslında.
Zıtların birliğinin değişmez güzelliğini görmemezlikten gelerek siyasilerin çıkarları uğruna topluma ait tüm değerler ve özellikler yok olurken , doğanın kendisinde var olan bu güzelliğin içine nefret, olumsuzluk vs. gibi insanın var olduğu andan itibaren yakasını bırakmayan ilkel davranışlar girer.
Yaşamın çok seslilik ve çok renklilik üzerine kurulduğu güzel bir dünya en büyük hayalim yine de...
Her zamanki işlerimi yaptıktan sonra bir müzik dinledim ve bu müzik annemin yıllar önce bozuk bir Türkçe ile söylemeye çalıştığı bir şarkıydı.
Müziğin insanı farklı şekilde etkileyecek bir özelliği vardır.
"Müzik insanı yolculuğa çıkartır."
Bende müziği dinlerken geçmişe ait bir yolculuğa çıktım.
Şu an bu duygu yoğunluğuyla boğuşmaya çalışıyorum ama kafama takılan konu çok daha farklı bir şey aslında. Bu sebeple duygu kısmını bir tarafa bırakıp düşünce boyutuyla bakmaktayım.
Dinlediğim müziğe etnik müzik adını vermişler.
Lejla Jusic adlı bir bayan sanatçı "Sevemez Kimse Seni" adlı bir şarkı söylüyordu.
Bildiğim Suat Sayın a ait bir parça olduğudur.Suat Sayın da Türk Sanat Müziği Sanatçılarından biridir.Gerçi ben onu Türk filmlerinin müziklerinden tanıyorum. O benim için bazen Türkan Şoray, bazen Hülya Koçyiğit tir....
Lejla Jusic ise Saraybosnalı gerçekten çok güzel bir sese sahip, eğitimini şan üzerine yapmış,kendi ulusuna ait ezgileri seslendirdiği gibi başka ülkelere ait ezgileri de seslendiren kapsamlı bir sanatçıdır.
Lejla Jusic i etnik müzik yapan sanatçılar arasına alabiliriz.Türkiye ye geldiğinde bize ait parçaları seslendirdiğinde ise ,bu parçada olduğu gibi, yapısından dolayı bir sınıfa ait parçayı etnik müzik kimliğiyle etiketlemek müzik adına bir yanlıştır.
Bu parça poplaşmış, biraz arabeskleşmiş bir Türk Sanat Müziği parçasıdır ve etnik müzikle yakından uzaktan ilgisi yoktur.
Etnik kavramı aslına bakarsanız sosyolojik bir terim olup sosyologlar arasında dahi henüz tam anlamıyla bir yere oturtulamamış bir kavramdır.
Her ülkede sayıları değişebilen etnik guruplar vardır.Bir gurubu etnik tanımının içine almamız için, o gurubun ortak bir geçmişe dayandırılarak ötekileştirilmesi gerekmektedir.
Yani siyasi bir yapısı vardır etnik yapının.
Yaşadığı coğrafyada yaşadığı coğrafyanın yapısından farklı olan gelenekleri, dilleri, dinleri vardır etnik gurupların.Sadece bunlar değildir bir gurubu etnik yapan.
Bu gurubun içindekilerde kendilerini yaşadıkları coğrafyanın dışında bir yapıda görür ve bu kabulle yaşar.
Bu sebeple bir üst yapı kuruluşu olan sanat kavramı da yaşadığı coğrafyanın dışında özellik gösterir.
Hassas olmamız gereken konu halk müziğiyle etnik müziğin birbirine karıştırılmamasıdır.İkisi de birbirinden son derece farklı iki olgudur. Ama ne yazık ki aynıymış gibi ele alınır.
Etnik müzik ve halk müziğini aynı gibi ele aldığımızda müzik adına bir çok yanlışlığa adım atmış oluruz. Etnik guruplar ve doğal olarak etnik müzikler Halk Müziğini zenginleştiren ara kaynaklardandır.
Halk Müziği içine etnik müziği almasına rağmen, etnik müzik kendi başına bağımsız olmayı tercih eder.Birinin kucaklayan birinin ret eden bir yapısı vardır.Ve bu da doğanın en güzel zıtlığının uyumunu ortaya çıkarır.Farkına varmadığımız şey budur aslında.
Zıtların birliğinin değişmez güzelliğini görmemezlikten gelerek siyasilerin çıkarları uğruna topluma ait tüm değerler ve özellikler yok olurken , doğanın kendisinde var olan bu güzelliğin içine nefret, olumsuzluk vs. gibi insanın var olduğu andan itibaren yakasını bırakmayan ilkel davranışlar girer.
Yaşamın çok seslilik ve çok renklilik üzerine kurulduğu güzel bir dünya en büyük hayalim yine de...
28 Eylül 2009 Pazartesi
Tevfik Fikret
Bugün hiç bilmediğim bir şeyi öğrenmiş olmanın garip tadındayım.
Çok değer verdiğim bir dost sayesinde Tevfik Fikret in vatansever ve şair kimliğinin yanında ressam da olduğunu öğrendim.. Kendi sitesinde çok güzel bir yazı yazmış Tevfik Fikret le ilgili olarak. Dönülüp okunur mu bilmiyorum ama ben buraya o yazıyı almak istiyorum;
"Edebiyatçı kimliğiyle tanıdığımız Tevfik Fikret, Türk edebiyatının en saygın kişilerinden birisidir. 24 aralık 1867 yılında İstanbul da doğan ve 19 Ağustos 1915 te yine İstanbul da ölen Tevfik Fikret i benim için önemli yapan bir çok özellik var.
Herşeyden önce dürüst kişiliği ve inandığı gibi yaşamak istemesi, gerçek bir yurtsever olması ve bu uğurda kendine göre savaş vermesi son derece önemli bir yer kaplıyor.
İçinde yaşadığım bu efsunlu kentte Galatasaray Lisesi yada Robert Koleji her gördüğümde , aklıma gelen ilk isimlerdendir. Onun duygulu kişiliği çok genç yaşlarda edebiyata özellikle şiire yöneltirken, edebiyatçı kimliğiyle tanıdığımız Tevfik Fikret in resme olan yeteneği de bana göre onu ressamlar sınıfına pek ala sokabilir.
Osmanlı döneminin belki de en zor dönemlerinde her türlü anlamsızlığın kol gezdiği zaman diliminde zor anlar yaşadığını biliyoruz.Robert kolejinde Türkçe öğretmenliği yaptığı dönemlerde Abdülhamid yönetimi aydınlar üstündeki baskısını giderek yoğunlaştırdığı dönemlerdi. Sansür ve jurnalcilik bütün hızıyla işliyordu. Ve o günlerin birinde bir dost evinde okuduğu II. Abdülhamid'i eleştiren bir şiiri nedeniyle gözaltına alındı.Evi arandı ancak şiir bulunamayınca serbest bırakıldı.
Bu kargaşa içersinde herşeyi bir kenara bırakıp kaçmak fikri Tevfik Fikret in öylesine içindeydi ki arkadaşlarıyla birlikte Yeni Zelanda ya gitmeyi hayal edebiliyordu. Bu hayaline asla kavuşamasa da İstanbul da kendi eliyle çizdiği Aşiyan da ki evinde herkesten uzak bir yaşam tarzı en azından hayallerinin bir kısmının gerçekleştiği bir olgu gibi alıyorum. Sadece eşi ve çocuklarıyla birlikte ölümüne kadar düşüncelerini zaman zaman şiire ve şiirle birlikte resimlere döktü.
Onun ressam kişiliğinin pek biliniyor olmamasını da içime sindiremiyorum. Bu sebeple bu büyük şairin resimlerinin de yer alacağı bir köşe olmasını tasarladım.
Aşiyan onun bir şekilde sığınağı olmasına rağmen II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte çekilmiş olduğu inzivadan çıkmıştır.Eski arkadaşlarıyla barıştı. Hüseyin Kâzım ve Hüseyin Cahid'le birlikte Tanin gazetesini kurdu.
Naif bir kişilik olmasına rağmen inandığı gibi yaşamayan insanlarla daima kavgalı bir yapısı da vardı. Tanin dergisi İttihad ve Terikki'nin yayın organı durumuna getirilmek istenince buna karşı çıktı. Hüseyin Cahid'le kavga ederek oradan da ayrıldı...
Galatasaray Lisesine müdür olarak göreve başladığı yıllarda 31 mart olayı patlak verince olayı protesto amacıyla önce kendini okulun kapısına zincirle bağlattı, ertesi günde istifa etti. Ancak öğrencilerin ve ozamanın Milli Eğitim Müdürü Nail Bey'in ısrarlarıyla tam yetkili olarak göreve döndü. Bu da kısa sürecekti ve bir süre sonra tamamiyle Galatasaraydan kopacak ve dönmemecesine ayrılacaktı.
Hayallerinden biri de modern pedagojik ilkelere uygun yeni bir okul açmaktı.Bunu rahatsızlığı nedeniyle yapamadı. Ağır şeker hastalığına yakalanmıştı . 1914'te kolu şiştiği için bir ameliyat geçirdi ve tedaviye pek yanaşmadığı içinde bu hastalıktan onu kaybettik.
Fikret’in gelecekteki umudunun gençler olduğu ve gençlere misyon yüklemenin Tevfik Fikret’te bir ilk olduğu, sonradan Fikret’in bu görüşünün Atatürk’e yansıdığı, Atatürk tarafından örnek alındığını biliyoruz Bu sebeple söylemek istediklerini oğlu Haluk için yazdığı şiirlerde görmekteyiz.
Şiirlerle birlikte resim de yaptığını bildiğimizden her düşüncesi aynı zamanda resmlerine de aktarılmıştır. Örneğin;
“Çocuklar” resminde de ön planda yer alan bir eliyle yüzünü kapatmış olan çocuğun toplumun Fikret’in yaşadığı yıllardaki karmakarışık durumunu, onu arkadan izleyenlerin ise, geleceği temsil edecek olan çocuklar olduğunu düşünülebiliriz.
Bu memlekette de bir gün sabâ olursa, Haluk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderatı kavî bir elin, kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temasiyle silkinip şu donuk,
Şu paslıçehre-i millet biraz gülerse… O gün
Ben ölmemiş bile olsam, hayâta pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; o gün benden
Ümidi kes, beni kötrüm ve boş muhitimde
Merâmetimle umut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarların seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüviyet ü uzviyetinde âtisin;
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!
Evet sabah olacaktır, sabâh olur, geceler
Tulû-ı haşre kadar sürmez; âkıbet bu semâ,
Bu mai gök size bir gün acır; melul olma
Hayâta neş’e güneştir, melâl içinde beşer
Çürür bizim gibi… Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların edebi iştiyâkı var nûra.
Tenevvür… Asrımızın işte rûh-i âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli,
Zîya içinde koşun bir halas-ı meşkura.
Ümidimiz bu; ölürsek de biz, yaşar mutlak
Vatan sizinle şu zindan karanlığından uzak!
Ya da bu şiirde olduğu gibi;
Baban diyor ki: Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşünüyorsun, bilir misin?... Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Siyah-ı mateme benzer terâne-i îdi!
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu ru-yı zerd-i sefalet… Evet meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor… Halûk, dinle!
Aynı şekilde kadınların o dönemdeki durumlarını göz önüne alacak olursak eşine yüklediği misyonda önemli bir yer tutar.Onun bu anlamdaki düşüncelerini biliyoruz;
“Kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkum etmiş demektir; hüsranına ağlasın. Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer.”
Tevfik Fikret’in eşiyle, Robert Koleji müdürünün İstanbul’a gelen oğlu onuruna verdiği bir davete katılmış ve bunun üzerine tutuklanan biridir. Ve eşi Nazime Hanım ın resimleri peçesini kaldırmış, buğulu gözlerle poz veren bir kadın kadın erkek eşitliğine inanan Tevfik Fikret in inançları doğrultusunda ortaya koyduğu eserlerden sadece bir örnektir.
Bir Tasvir Önünde
Güldün, bu heybet seni güldürdü; o kaşlar;
Bir ok gibi ateşli nazarlarla silahlı
Gözler, o bakırdan göğüs; atlar gibi coşkun
Bir kaplanın vaziyeti kadar tez ve kanatlı
Leventçe tavırlar, o arslan bazularla
Asabını oynattı… Bu soydan ve doğuştan
Yiğitlik sana uzak cedlerin şerefli
Bir armağanı; sen bu cesur ve asil kanı
İnsanlığı canlandırmak için feda edeceksin;
Hak bellediğin yola yalnız gideceksin!
Hastalığını gittikçe arttığı dönemlerde güleriz ağlanack halimize adlı kendi tablosu bir çok anlamda önemlidir. Ve bu resim yapılırken şiirde resme eşlik edecektir:
Fırçam kurumuş bir ağacın hasta bir dalı,
Elimde şikâyetçi heyecanlarla titriyor;
Gûya çiçek diye
Bir yeşil toprağa döktüğü kanlarla titriyor.
On gündür işte uğraşıyor fikrim sanatım
Bir his dalgasını resmetmek için;
Seyreylerim bu levhayı artık sürekli,
Verdim emek diye.
Seyreylerim ve bu sanatın aczine boyun eğerek
Kutsamayı ahmakça bulurum eseriyle ‘kudret’i;
Lâkin zaman olur
Pek ruhsuz bulur da beğenmem tabiatı.
Mutlak o gün beğenmek için hasta, dargın;
Bir başka çehre, gözü yaşlı bir çehre isterim…
Bundandır işte; şiir olacak yerde sözlerim
Bâzen bir inleme olur!
Sanem Uçar..."
Ve sitesine Tevfik Fikret e ait 25 resmi koymuş... O resimlere bakarken gerçekten çok şaşırdım. Şair, Nazım da da vardı bu yetenek, Tevfik te de varmış ve hiç bilmiyormuşum....
Resimler hakkında sanatsal anlamda bir çok şey söylenilebilir ve inanıyorum ki, dantel takımımız bu resimleri görmüş olsa söyleyeceği bir çok şey vardır.
Elimin tersiyle şu anda söylenebilecek herşeyi itiyorum...
Bu vatan için gerçek anlamda bir şeyler yapmak isteyenlerin sanırım geceleri ve gündüzleri yoktu.Her an, içinde yaşattıkları düşünce ve duyguların biraz daha fazla kişilere ulaşabilmesi için başka ne yapabilirim? in derdindeydiler.
Ölene kadar içlerinde var olan bu anlamlı savaş hiç bitmedi.
Bir kişiye gerçek anlamda sanatçı diyebilmek için gerçek anlamda bilgi birikimine sahip olması gerektiğine inanıyorum.
Ama yetmez bu...
Bununla birlikte inançta gerekiyor, ve gerçekten de inandıklarıyla eş değerde bir yaşam sürmek kesinlikle buna eklenmelidir.
Yine yetmez....
Müthiş bir hayal gücü de gerekiyor, ancak bu hayal gücü zaman zaman havalarda kalsa da ayakları yere basan hayallerle devam edebiliyor yaratma gücü...
Bütün bunlara baktığımda bildiklerimden yola çıkarak bildiklerimin aslında gerçekte ne kadar az olduğunu,modern hayatın beraberinde getirdiği alışkanlıkların çoğunlukla kendimizden kaçışlara izin verirken, ve farkında olmadan yaratıcılığımızı kısıtlamasına sessizce göz yumarken , topluma, dünyaya karşı görevini olması gerektiği gibi yerine getirmeyen bir birey gibi gördüm kendimi.
Ve dünyanın ucunda, kendi deyimiyle "efsunlu kentte" yaşayan bir insan, eminim ki yapması gerekenleri yerine getirirken bizlere de yapılması gerekenleri hatırlatma da büyük bir rol oynuyordu.
İnsan olmanın beraberinde getirdiği sorumluluk bu olsa gerek.
Sanal alemin de sanallığına öğretici kimliğiyle saygı getirmeyi ihmal etmiyordu.
Bize de onun emeklerini kopyalamak düştü teşekkürlerimizle.....
Çok değer verdiğim bir dost sayesinde Tevfik Fikret in vatansever ve şair kimliğinin yanında ressam da olduğunu öğrendim.. Kendi sitesinde çok güzel bir yazı yazmış Tevfik Fikret le ilgili olarak. Dönülüp okunur mu bilmiyorum ama ben buraya o yazıyı almak istiyorum;
"Edebiyatçı kimliğiyle tanıdığımız Tevfik Fikret, Türk edebiyatının en saygın kişilerinden birisidir. 24 aralık 1867 yılında İstanbul da doğan ve 19 Ağustos 1915 te yine İstanbul da ölen Tevfik Fikret i benim için önemli yapan bir çok özellik var.
Herşeyden önce dürüst kişiliği ve inandığı gibi yaşamak istemesi, gerçek bir yurtsever olması ve bu uğurda kendine göre savaş vermesi son derece önemli bir yer kaplıyor.
İçinde yaşadığım bu efsunlu kentte Galatasaray Lisesi yada Robert Koleji her gördüğümde , aklıma gelen ilk isimlerdendir. Onun duygulu kişiliği çok genç yaşlarda edebiyata özellikle şiire yöneltirken, edebiyatçı kimliğiyle tanıdığımız Tevfik Fikret in resme olan yeteneği de bana göre onu ressamlar sınıfına pek ala sokabilir.
Osmanlı döneminin belki de en zor dönemlerinde her türlü anlamsızlığın kol gezdiği zaman diliminde zor anlar yaşadığını biliyoruz.Robert kolejinde Türkçe öğretmenliği yaptığı dönemlerde Abdülhamid yönetimi aydınlar üstündeki baskısını giderek yoğunlaştırdığı dönemlerdi. Sansür ve jurnalcilik bütün hızıyla işliyordu. Ve o günlerin birinde bir dost evinde okuduğu II. Abdülhamid'i eleştiren bir şiiri nedeniyle gözaltına alındı.Evi arandı ancak şiir bulunamayınca serbest bırakıldı.
Bu kargaşa içersinde herşeyi bir kenara bırakıp kaçmak fikri Tevfik Fikret in öylesine içindeydi ki arkadaşlarıyla birlikte Yeni Zelanda ya gitmeyi hayal edebiliyordu. Bu hayaline asla kavuşamasa da İstanbul da kendi eliyle çizdiği Aşiyan da ki evinde herkesten uzak bir yaşam tarzı en azından hayallerinin bir kısmının gerçekleştiği bir olgu gibi alıyorum. Sadece eşi ve çocuklarıyla birlikte ölümüne kadar düşüncelerini zaman zaman şiire ve şiirle birlikte resimlere döktü.
Onun ressam kişiliğinin pek biliniyor olmamasını da içime sindiremiyorum. Bu sebeple bu büyük şairin resimlerinin de yer alacağı bir köşe olmasını tasarladım.
Aşiyan onun bir şekilde sığınağı olmasına rağmen II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte çekilmiş olduğu inzivadan çıkmıştır.Eski arkadaşlarıyla barıştı. Hüseyin Kâzım ve Hüseyin Cahid'le birlikte Tanin gazetesini kurdu.
Naif bir kişilik olmasına rağmen inandığı gibi yaşamayan insanlarla daima kavgalı bir yapısı da vardı. Tanin dergisi İttihad ve Terikki'nin yayın organı durumuna getirilmek istenince buna karşı çıktı. Hüseyin Cahid'le kavga ederek oradan da ayrıldı...
Galatasaray Lisesine müdür olarak göreve başladığı yıllarda 31 mart olayı patlak verince olayı protesto amacıyla önce kendini okulun kapısına zincirle bağlattı, ertesi günde istifa etti. Ancak öğrencilerin ve ozamanın Milli Eğitim Müdürü Nail Bey'in ısrarlarıyla tam yetkili olarak göreve döndü. Bu da kısa sürecekti ve bir süre sonra tamamiyle Galatasaraydan kopacak ve dönmemecesine ayrılacaktı.
Hayallerinden biri de modern pedagojik ilkelere uygun yeni bir okul açmaktı.Bunu rahatsızlığı nedeniyle yapamadı. Ağır şeker hastalığına yakalanmıştı . 1914'te kolu şiştiği için bir ameliyat geçirdi ve tedaviye pek yanaşmadığı içinde bu hastalıktan onu kaybettik.
Fikret’in gelecekteki umudunun gençler olduğu ve gençlere misyon yüklemenin Tevfik Fikret’te bir ilk olduğu, sonradan Fikret’in bu görüşünün Atatürk’e yansıdığı, Atatürk tarafından örnek alındığını biliyoruz Bu sebeple söylemek istediklerini oğlu Haluk için yazdığı şiirlerde görmekteyiz.
Şiirlerle birlikte resim de yaptığını bildiğimizden her düşüncesi aynı zamanda resmlerine de aktarılmıştır. Örneğin;
“Çocuklar” resminde de ön planda yer alan bir eliyle yüzünü kapatmış olan çocuğun toplumun Fikret’in yaşadığı yıllardaki karmakarışık durumunu, onu arkadan izleyenlerin ise, geleceği temsil edecek olan çocuklar olduğunu düşünülebiliriz.
Bu memlekette de bir gün sabâ olursa, Haluk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderatı kavî bir elin, kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temasiyle silkinip şu donuk,
Şu paslıçehre-i millet biraz gülerse… O gün
Ben ölmemiş bile olsam, hayâta pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; o gün benden
Ümidi kes, beni kötrüm ve boş muhitimde
Merâmetimle umut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarların seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüviyet ü uzviyetinde âtisin;
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!
Evet sabah olacaktır, sabâh olur, geceler
Tulû-ı haşre kadar sürmez; âkıbet bu semâ,
Bu mai gök size bir gün acır; melul olma
Hayâta neş’e güneştir, melâl içinde beşer
Çürür bizim gibi… Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların edebi iştiyâkı var nûra.
Tenevvür… Asrımızın işte rûh-i âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli,
Zîya içinde koşun bir halas-ı meşkura.
Ümidimiz bu; ölürsek de biz, yaşar mutlak
Vatan sizinle şu zindan karanlığından uzak!
Ya da bu şiirde olduğu gibi;
Baban diyor ki: Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşünüyorsun, bilir misin?... Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Siyah-ı mateme benzer terâne-i îdi!
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu ru-yı zerd-i sefalet… Evet meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor… Halûk, dinle!
Aynı şekilde kadınların o dönemdeki durumlarını göz önüne alacak olursak eşine yüklediği misyonda önemli bir yer tutar.Onun bu anlamdaki düşüncelerini biliyoruz;
“Kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkum etmiş demektir; hüsranına ağlasın. Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer.”
Tevfik Fikret’in eşiyle, Robert Koleji müdürünün İstanbul’a gelen oğlu onuruna verdiği bir davete katılmış ve bunun üzerine tutuklanan biridir. Ve eşi Nazime Hanım ın resimleri peçesini kaldırmış, buğulu gözlerle poz veren bir kadın kadın erkek eşitliğine inanan Tevfik Fikret in inançları doğrultusunda ortaya koyduğu eserlerden sadece bir örnektir.
Bir Tasvir Önünde
Güldün, bu heybet seni güldürdü; o kaşlar;
Bir ok gibi ateşli nazarlarla silahlı
Gözler, o bakırdan göğüs; atlar gibi coşkun
Bir kaplanın vaziyeti kadar tez ve kanatlı
Leventçe tavırlar, o arslan bazularla
Asabını oynattı… Bu soydan ve doğuştan
Yiğitlik sana uzak cedlerin şerefli
Bir armağanı; sen bu cesur ve asil kanı
İnsanlığı canlandırmak için feda edeceksin;
Hak bellediğin yola yalnız gideceksin!
Hastalığını gittikçe arttığı dönemlerde güleriz ağlanack halimize adlı kendi tablosu bir çok anlamda önemlidir. Ve bu resim yapılırken şiirde resme eşlik edecektir:
Fırçam kurumuş bir ağacın hasta bir dalı,
Elimde şikâyetçi heyecanlarla titriyor;
Gûya çiçek diye
Bir yeşil toprağa döktüğü kanlarla titriyor.
On gündür işte uğraşıyor fikrim sanatım
Bir his dalgasını resmetmek için;
Seyreylerim bu levhayı artık sürekli,
Verdim emek diye.
Seyreylerim ve bu sanatın aczine boyun eğerek
Kutsamayı ahmakça bulurum eseriyle ‘kudret’i;
Lâkin zaman olur
Pek ruhsuz bulur da beğenmem tabiatı.
Mutlak o gün beğenmek için hasta, dargın;
Bir başka çehre, gözü yaşlı bir çehre isterim…
Bundandır işte; şiir olacak yerde sözlerim
Bâzen bir inleme olur!
Sanem Uçar..."
Ve sitesine Tevfik Fikret e ait 25 resmi koymuş... O resimlere bakarken gerçekten çok şaşırdım. Şair, Nazım da da vardı bu yetenek, Tevfik te de varmış ve hiç bilmiyormuşum....
Resimler hakkında sanatsal anlamda bir çok şey söylenilebilir ve inanıyorum ki, dantel takımımız bu resimleri görmüş olsa söyleyeceği bir çok şey vardır.
Elimin tersiyle şu anda söylenebilecek herşeyi itiyorum...
Bu vatan için gerçek anlamda bir şeyler yapmak isteyenlerin sanırım geceleri ve gündüzleri yoktu.Her an, içinde yaşattıkları düşünce ve duyguların biraz daha fazla kişilere ulaşabilmesi için başka ne yapabilirim? in derdindeydiler.
Ölene kadar içlerinde var olan bu anlamlı savaş hiç bitmedi.
Bir kişiye gerçek anlamda sanatçı diyebilmek için gerçek anlamda bilgi birikimine sahip olması gerektiğine inanıyorum.
Ama yetmez bu...
Bununla birlikte inançta gerekiyor, ve gerçekten de inandıklarıyla eş değerde bir yaşam sürmek kesinlikle buna eklenmelidir.
Yine yetmez....
Müthiş bir hayal gücü de gerekiyor, ancak bu hayal gücü zaman zaman havalarda kalsa da ayakları yere basan hayallerle devam edebiliyor yaratma gücü...
Bütün bunlara baktığımda bildiklerimden yola çıkarak bildiklerimin aslında gerçekte ne kadar az olduğunu,modern hayatın beraberinde getirdiği alışkanlıkların çoğunlukla kendimizden kaçışlara izin verirken, ve farkında olmadan yaratıcılığımızı kısıtlamasına sessizce göz yumarken , topluma, dünyaya karşı görevini olması gerektiği gibi yerine getirmeyen bir birey gibi gördüm kendimi.
Ve dünyanın ucunda, kendi deyimiyle "efsunlu kentte" yaşayan bir insan, eminim ki yapması gerekenleri yerine getirirken bizlere de yapılması gerekenleri hatırlatma da büyük bir rol oynuyordu.
İnsan olmanın beraberinde getirdiği sorumluluk bu olsa gerek.
Sanal alemin de sanallığına öğretici kimliğiyle saygı getirmeyi ihmal etmiyordu.
Bize de onun emeklerini kopyalamak düştü teşekkürlerimizle.....
25 Eylül 2009 Cuma
Görünsün karşıdan İstanbul şehri!
Bir kaç gündür içimde garip bir huzursuzluk var. Aslında bu huzursuzlukla bir ömür geçirmiş olduğumu yeni yeni fark ediyorum.
Bir yere ait olamamanın verdiği tatsız bir duygu bu.
Hemen her yerde duyabilirsiniz bu yabancılığı.En yakın dostlarınızın ve sevdiklerinizin arasındayken bile bir şeyler vardır, siz oraya ait değilsinizdir ve soru bankası gibi çalışan beyniniz üretmeye başlar soruları....
O zaman nereye aidim?....
Hep ötelediğiniz bir yanıt vardır aslında; "Bir yere ait değilim" ama öylesine güzel gizlersiniz ki bu cevabı sanki bu cevap sizin toz şeklinde bulutlara karışmanıza sebep olacaktır.Ve bundan korkarsınız...
Korkularınızı doğru bir şekilde yönlendirmenin yolunu bulup bulmamak belki becerinize kalmıştır, yada genetik şifrenizdeki yeteneğe....
Bu duygularla boğuşurken yine Norveç li bazı arkadaşlarımla birlikte kurmuş olduğumuz jazz grubunda bagetleri sallarken aksak ritim çaldığımı fark ettiğimde, beraberinde gelen doğaçlama bir yanım Türkiye ye doğru uzandı.
Aksak ritimlere hiç alışmamış kulaklar için etrafa yayılan ritimler büyük bir beğeni kazanırken sanatçılar için alkış ın önemi olduğuna inanan düşünceye inat alkışların bir an önce bitmesini ve evime dönen yolda olmayı istediğimi fark ettim.
Güzel bir konserin ardından hemen evine kapanmak isteyen sabırsız, telaşlı ve uyumsuz "ben " sanatçı kaprisi adı altında tanımlanırken içimde yaşattığım fırtınanın sendelemesindeydim oysa. Hissettiklerimizin dışarıya yansıması zaman zaman yanlış anlaşılsa da, sahipken sahip olduğumuzun farkında olmadığımız kaybettiklerime dönme telaşımı kim anlayabilir ki?
Hiç bilmediğim bir müzik ti oysa Türk Sanat Müziği ülkemdeyken. Ya da tercih etmediğim diyeyim... Bu gece 40 yaşımdan sonra tanıdığım bir sanatçının albümünü dinlemek için koşar adımlarla evime gitme telaşımı anlar mı Norveçli arkadaşlarım?
Nazım orada da büyük bir dev ken aslında bu müzik için yazdığı şiirin anlamını anlatabilirmiyim onlara.
Martılar ah eder, çırparlar kanat
Deryalar açılır, kat kat...
Gayri beklemeye kalmadı tâkat
Görünsün karşıdan İstanbul şehri...
Dalgalar yar beller, kopar kıyamet!
Deryayı kan eder, kan eder hasret
Gayri beklemeye kalmadı tâkat,
Görünsün karşıdan İstanbul şehri’....
Ey büyük usta!
Affet beni.
Ülkemdeyken Mesut Cemil i isim olarak bilsem de bu şarkıyı bilmezdim, ve sözlerini hiç bilmezken seni sevdiğimi söyler dururdum. Ne kadar eksikmiş sevdiklerim bile...
"Görünsün karşıdan İstanbul kenti!!! " Çamurunu, pisliğini, keşmekeşliğini, neleri özlediğimi bir bilsen!!!!
Ve yine bana bir çok anlamda bambaşka ufuklar açan Münip Utandı yı hayatıma katarken yürümeye yeni başlayan bir çocuğun sendelemesi gibi hayatım...
Teşekkürler, eksiklerimi görmemi sağlayanlara teşekkürler....
Bir yere ait olamamanın verdiği tatsız bir duygu bu.
Hemen her yerde duyabilirsiniz bu yabancılığı.En yakın dostlarınızın ve sevdiklerinizin arasındayken bile bir şeyler vardır, siz oraya ait değilsinizdir ve soru bankası gibi çalışan beyniniz üretmeye başlar soruları....
O zaman nereye aidim?....
Hep ötelediğiniz bir yanıt vardır aslında; "Bir yere ait değilim" ama öylesine güzel gizlersiniz ki bu cevabı sanki bu cevap sizin toz şeklinde bulutlara karışmanıza sebep olacaktır.Ve bundan korkarsınız...
Korkularınızı doğru bir şekilde yönlendirmenin yolunu bulup bulmamak belki becerinize kalmıştır, yada genetik şifrenizdeki yeteneğe....
Bu duygularla boğuşurken yine Norveç li bazı arkadaşlarımla birlikte kurmuş olduğumuz jazz grubunda bagetleri sallarken aksak ritim çaldığımı fark ettiğimde, beraberinde gelen doğaçlama bir yanım Türkiye ye doğru uzandı.
Aksak ritimlere hiç alışmamış kulaklar için etrafa yayılan ritimler büyük bir beğeni kazanırken sanatçılar için alkış ın önemi olduğuna inanan düşünceye inat alkışların bir an önce bitmesini ve evime dönen yolda olmayı istediğimi fark ettim.
Güzel bir konserin ardından hemen evine kapanmak isteyen sabırsız, telaşlı ve uyumsuz "ben " sanatçı kaprisi adı altında tanımlanırken içimde yaşattığım fırtınanın sendelemesindeydim oysa. Hissettiklerimizin dışarıya yansıması zaman zaman yanlış anlaşılsa da, sahipken sahip olduğumuzun farkında olmadığımız kaybettiklerime dönme telaşımı kim anlayabilir ki?
Hiç bilmediğim bir müzik ti oysa Türk Sanat Müziği ülkemdeyken. Ya da tercih etmediğim diyeyim... Bu gece 40 yaşımdan sonra tanıdığım bir sanatçının albümünü dinlemek için koşar adımlarla evime gitme telaşımı anlar mı Norveçli arkadaşlarım?
Nazım orada da büyük bir dev ken aslında bu müzik için yazdığı şiirin anlamını anlatabilirmiyim onlara.
Martılar ah eder, çırparlar kanat
Deryalar açılır, kat kat...
Gayri beklemeye kalmadı tâkat
Görünsün karşıdan İstanbul şehri...
Dalgalar yar beller, kopar kıyamet!
Deryayı kan eder, kan eder hasret
Gayri beklemeye kalmadı tâkat,
Görünsün karşıdan İstanbul şehri’....
Ey büyük usta!
Affet beni.
Ülkemdeyken Mesut Cemil i isim olarak bilsem de bu şarkıyı bilmezdim, ve sözlerini hiç bilmezken seni sevdiğimi söyler dururdum. Ne kadar eksikmiş sevdiklerim bile...
"Görünsün karşıdan İstanbul kenti!!! " Çamurunu, pisliğini, keşmekeşliğini, neleri özlediğimi bir bilsen!!!!
Ve yine bana bir çok anlamda bambaşka ufuklar açan Münip Utandı yı hayatıma katarken yürümeye yeni başlayan bir çocuğun sendelemesi gibi hayatım...
Teşekkürler, eksiklerimi görmemi sağlayanlara teşekkürler....
15 Eylül 2009 Salı
Kaçan uykunun ardından
Kapımı çaldığında yatmaya hazırlanıyordum. Tam uykunun kapımı çaldığı bir zamanda, başka bir kapının çalmasını garip bir tereddütle açıyorsunuz.Her ne kadar dünyaya bakışımızda kendimizi insanlığa ,doğruluğa ve güzelliğe adamışlık var gibi olsa da içten içe beslediğimiz bir bencilliğin gerçeğin de "hoşgeldin"diyebildim.
"Konuşmak istediklerim var, uygun zaman değil ama birileriyle konuşmalıyım" derken ona verdiğim cevap ta ister istemez bir yalanı içinde barındırıyordu.
Aaa olur mu hiç, önemi yok....
Sessizce kanepeye oturdu ve anlatmaya başladı....
Klasik, sıradan yada bildiğimiz şeylerdi anlattıkları.Olayın kendisinde değilim.Önemli olan yaşanılanlar karşısında kendini kötü hissetmesiydi. Ve bende ister istemez kaçan uykumun ardından her zamanki "ben" haline çoktan dönmüştüm.
İlgili, dinleyen, yargılamayan, çare bulmaya çalışan her zaman ki Adan...
Hani bazı insanlar vardır, ilk gördüğünüzde onu sımsıkı sarmak kucaklamak istersiniz ya, kaç yaşına gelirse gelsin içinde taşıdığı yürekle her zaman çocuk olarak kalacaktır...
O da öyledir....
Ve bu insanlar etrafa yaydıkları enerjiyle bir güneş gibi ısıtır içinizi....
O da öyledir....
Hiç kimse onları üzemez kıramaz sanırsınız, onlar evinizin en değerli biblosu gibidir..
O da öyledir....
Ama en çabuk kırılanlardandırlar aslında. Bir şekilde sabretmeyi öğrenmişlerdir, ama yine de bir sınır vardır ve sınırın ötesinde karşınızdaki çocuk kalpli kişi dünyanın en yaşlı insanına dönüşmüştür. Güneş, yağmura....
"Herşeye rağmen mutluluk" ilkesinin savunuculuğunu yapan Tom Robbins in yazılarındaki gerçek kişi gibi gördüğünüz bu sevimli yaratığın üzülmesine dayanamazsınız.
Kimse üzülmeyi hak etmiyordur, ama o asla....
Anlatırken tane tane anlatır, sözcükler dilinden dökülürken nasıl becerdiğini bir türlü çözemediğim bir usbupla salt hissettiği duyguların aktarımıdır. Ve bu yüzden deler geçer sizi...Güzel tüm duygularını herkesle paylaşırken ,hüzünlerinde yalnızlığı seçer çoğunlukla ama son noktada "duvara konuşmak istemedim bu yüzden geldim" cümlesiyle kapınızın çalındığı o anda bir an için içinde hissettiğiniz bencilliğiniz gelir aklınıza ve kendinizi bir kez daha kötü hissedersiniz.
İkinci aşamaya geçtiğinde, yani onu bu duyguları hissettirmeye götüren sebepleri dinlediğinizde bedeninde iki gözden çok daha fazlasına sahip olduğuna inanırsınız.
Asla göremeyeceğim şeyleri görmüştür. Asla duyamayacağım şeyleri duymuştur.
Bir insan, bir insanın hüzünleriyle büyür mü?
Onu dinlerken büyüdüğünüzü hissedersiniz. Oysa taşıdığı o sevimli yürekle minicik bir çocuktur...
Bir kaç saatte dünyanın en bilge kişileri kulağınıza binlerce fısıltı yerleştirmiş gibi bilgilendiğinizi hissedersiniz.
Ve bütün bunlar bir insanın hüzünlerinden, kırılmışlıklarından oluşmuştur.
Mutluluklar kolay paylaşılıyor dostlar, mutluluklardan da öğrendiğimiz şeyler var elbette ama asıl öğrendiklerimiz hüzünlerden mi doğuyor dersiniz?
13 Eylül 2009 Pazar
17 de asılı kaldı Erdal
25 eylül 1964 doğumluydu Erdal Eren...
Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğrencisi Sinan Suner in öldürülmesini protesto etmek için gittiği gösteride 2 şubat 1980 de gözaltına alındı.
19 Mart 1980 de idama mahkum edildi
13 aralık 1980 de Ankara Merkez Cezaevinde infaz edildiğinde yaşı büyütülmüştü.
Anne ve babasına yazdığı mektubun son pragrafı şöyleydi;
" Zavallı ve çaresiz biriymiş gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar. Bu konuda ne kadar güçlü, ne kadar cesur olursanız, beni o kadar mutlu edersiniz."
Bu anlamda en anlamlı söz; Sanem Uçar' dan...
17 de asılı kaldı Erdal...
5 Eylül 2009 Cumartesi
Sanatı katledenler amatörlerdir
Bazen bazı cümleler anında bir etki yaratırken, bazen de duyduğum da öncelikle hiç bir yere koyamayacağım, cevabını bilemeyeceğim, doğal olarak garip bir sendeleme yaşayacağım bir etki bırakır bende. Bu andaki durumu heykele yansıtacak olsam, gülümsemeyle karışık bir kaş çatması,karar vermek ile vermemek arasındaki biraz gergin yüz hatları, iç sesimle konuşurken "yoo doğruuuuu," yada "yok canım çok ta doğru değil" düşüncesinin saniyedeki değişkenliğinin oluşturduğu karman çorman bir görünüm açıkcası....
Mutluluğun resmini yapabilirmisin? demiş ya büyük bir ozan, yapılamayacağını belki de düşünerek, aynı şey tüm duygular için geçerli aslına bakarsanız.
İnsanoğlunun içinde birebir olarak yaşadığı duyguların aktarımının bütünün değil,doğruya en yakın olarak yapılacağına inanıyorum ...
Bu hafta sanat danışmanı olarak çalıştığım müzede "ışıklar" adı altında, bilinen sanatçılarla birlikte genç yeteneklerinde bazı eserlerinin sergilendiği bir sergi ve panele ev sahipliği yapmak durumunda kaldım.
Hazırlanışı uzun sürdü açıkcası. Belli bir amaç doğrultusunda ortaya çıkartılmak istenilen düşünce paralelinde sanatçılarla yazışmak çizişmek pek o kadar kolay değildir.Ama yavaş yavaş ortaya bir şeyler çıkmaya başladığı zamanda duyulan haz da anlatılamaz.
Dürüst olmam gerekirse bu tarz etkinliklerin oluşma esnasında en büyük zorluğu "amatör" diyebileceğimiz kişilerle yaşarım.
Yazılarıyla tanıdığım, her ne kadar kendisine edebiyatçı damgasını vurmak istemese de edebiyatçı kimliğini gördüğümü sandığım sayın Sanem Uçar ın, bir yazısında "Sanatı katledenler amatörlerdir" cümlesi de bende yukarıda anlatmaya çalıştığım etkiyi bırakmıştı ilk okuduğumda.
Sanatı katledenler amatörler midir? diye sorduğunuzda bir çok cevap verebilirsiniz . Duruma göre değişen bir cevabı içinde barındırıyor bu cümle aslında. Doğru sadece tek midir? eğer buna verilecek cevabınız; evet tekdir olursa, doğal olarak bu söylemde ya doğru yada yanlış oluyor çok basit bir mantıkla.
Bu etkinliğin oluşturulması esnasında bu cümle bir çok defa kafamda geldi gitti. Zaman zaman "evet" dedim bu cevaba, zaman zaman da "hayır".
Bu etkinliğe katılmak isteyen amatörlerin hazırlamış olduğu portfolyoları incelerken, "x" adlı bir kişinin portfolyosu hemen dikkatimi çekti. Sanat için gerekli olan normları, ve şu an burada yazmak istemediğim bir sürü güzel şeyleri içinde barındırıyordu. Ve kendisini tanıttığı tanıtım broşüründe ise diğer kişilerden farklı olarak o kadar az şey yazmıştı ki. İnanın belkide mail adresinden başka bir şey yoktu diyebilirim.
İster istemez bir çok soru sormam gerekti ve gelen cevaplarda inanın hep aynı kısalıktaydı. Sadece sorulan sorulara yanıt veriyordu.
Kişileri tanımak istemek gibi bir alışkanlığım hiç olmamıştır, doğal olarak tahmin edebilirsiniz ki sorulan sorularda yaptığı eserler üzerineydi.Bu anlamda bir bilgisi olduğunu verdiği yanıtlardan çok kolaylıkla anlayabiliyordunuz. Boş değildi kesinlikle ama sanki bir şeyler eksikti ve ben neyin eksik olduğunu yada beni biraz huzursuz eden şeyi çözemiyordum.
Sonuçta güzel eserlerdi ve yönetim bir eserinin sergilenmesine karar verdiğinde durumu kendisine bildirdim.
Eserlerin müzemize gelmesi de ayrı bir çalışmadır. Ve eserler belirtilen tarihe kadar yavaş yavaş müzeye gönderilirken "x" in eseri en önce gelen eserlerdendi.Gerçekten esere dokunduğunuzda da farkı hissedebiliyor ve güzelliği karşısında büyülenebiliyordunuz.
Kendisiyle tanışma fırsatı yakaladım. Büyük bir mütevazilik örneği göstererek asıl mesleğinin bu olmadığını ve aslında mesleğini de çok sevdiğini zaman zaman da heykel yaparak iç dünyasında biriktirdiği şeyleri dışa vurduğunu söyledi.
Bir çeşit meditasyon dedi....
Sarsıldım, çünkü öylesine güzeldi ki eseri ,sahip olduğu yeteneğin onda birine sahip olup kendisini bir yerlere koyan onlarca heykeltraştan çok daha ötedeydi.
Uzun uzun konuştuk, içimdeki huzursuzluğun , eksik gördüğüm şeyin ne olduğunu bulmaya çalışıyordum hala. Bu arada da diğer amatörlerin eserlerini de gezerken ve onlarla da konuşma fırsatı bulurken her anlamda aradaki farkı görebiliyordum.
İçlerinde bazıları sıyrılıp sanatçı ünvanını alacaklardır ilerleyen zaman içersinde. Pekii hangileri?
Yeteneği olanlar mı? Hiç biri "x" kadar yetenekli değil aslında ama "x" de asla sanatçı olmayacak. İstemediğinden mi? Sanırım hayır....
Amatör olarak adlandırdıklarımız eğer içlerinde tutku barındırmıyorsa bu yol kapalı olacaktır her zaman. Ve doğal olarak sayın Sanem Uçar ın dediği gibi sanatı katleden kişiler olarak ayağımıza dolanacaklardır.
O tutkuya sahip olanlar, yetenekleri olmasa bile sanatın gelişmesinde öncülük yapan kişilerdir. Çünkü geceleri gündüzleri hayalleridir. Yazarlar, çizerler, uyurlar uyuyamazlar, uyanırlar bir çizik atarlar.
Kendileri yoktur o sihirli yolda. Hırçındırlar, bir daha bir daha diyen hiç durmayan bir iç sesin haykırışıyla boğulurlar.Orada burada yazdıkları yada çizdikleri, yada söyledikleriyle bir kaç kişinin beğeni dolu sözleriyle bir şeyler yaptığını sanmalarını sağlayan biz şakşakçılar da sanatın katillerindeniz bu koşulda.
Evet şimdi çok daha iyi anlıyorum, "sanatın katilleri amatörlerdir "cümlesinde ki inceliği. Ortaya çıkan şey ne denli güzel olursa olsun, ileriye dönük bir hayali içinde barındırmıyorsa, tutku yoksa yaratılanlarda, vazgeçiş yoksa hayattan ,yapılanlar masturbasyondan başka bir şey değil.
Bunu başkaları yapabilir, ama sanat eğitimi almış bir kişi ne şakşakçı olmalı bu koşulda ne de bu işin içinde, değil mi sevgili sanem?.....
Mutluluğun resmini yapabilirmisin? demiş ya büyük bir ozan, yapılamayacağını belki de düşünerek, aynı şey tüm duygular için geçerli aslına bakarsanız.
İnsanoğlunun içinde birebir olarak yaşadığı duyguların aktarımının bütünün değil,doğruya en yakın olarak yapılacağına inanıyorum ...
Bu hafta sanat danışmanı olarak çalıştığım müzede "ışıklar" adı altında, bilinen sanatçılarla birlikte genç yeteneklerinde bazı eserlerinin sergilendiği bir sergi ve panele ev sahipliği yapmak durumunda kaldım.
Hazırlanışı uzun sürdü açıkcası. Belli bir amaç doğrultusunda ortaya çıkartılmak istenilen düşünce paralelinde sanatçılarla yazışmak çizişmek pek o kadar kolay değildir.Ama yavaş yavaş ortaya bir şeyler çıkmaya başladığı zamanda duyulan haz da anlatılamaz.
Dürüst olmam gerekirse bu tarz etkinliklerin oluşma esnasında en büyük zorluğu "amatör" diyebileceğimiz kişilerle yaşarım.
Yazılarıyla tanıdığım, her ne kadar kendisine edebiyatçı damgasını vurmak istemese de edebiyatçı kimliğini gördüğümü sandığım sayın Sanem Uçar ın, bir yazısında "Sanatı katledenler amatörlerdir" cümlesi de bende yukarıda anlatmaya çalıştığım etkiyi bırakmıştı ilk okuduğumda.
Sanatı katledenler amatörler midir? diye sorduğunuzda bir çok cevap verebilirsiniz . Duruma göre değişen bir cevabı içinde barındırıyor bu cümle aslında. Doğru sadece tek midir? eğer buna verilecek cevabınız; evet tekdir olursa, doğal olarak bu söylemde ya doğru yada yanlış oluyor çok basit bir mantıkla.
Bu etkinliğin oluşturulması esnasında bu cümle bir çok defa kafamda geldi gitti. Zaman zaman "evet" dedim bu cevaba, zaman zaman da "hayır".
Bu etkinliğe katılmak isteyen amatörlerin hazırlamış olduğu portfolyoları incelerken, "x" adlı bir kişinin portfolyosu hemen dikkatimi çekti. Sanat için gerekli olan normları, ve şu an burada yazmak istemediğim bir sürü güzel şeyleri içinde barındırıyordu. Ve kendisini tanıttığı tanıtım broşüründe ise diğer kişilerden farklı olarak o kadar az şey yazmıştı ki. İnanın belkide mail adresinden başka bir şey yoktu diyebilirim.
İster istemez bir çok soru sormam gerekti ve gelen cevaplarda inanın hep aynı kısalıktaydı. Sadece sorulan sorulara yanıt veriyordu.
Kişileri tanımak istemek gibi bir alışkanlığım hiç olmamıştır, doğal olarak tahmin edebilirsiniz ki sorulan sorularda yaptığı eserler üzerineydi.Bu anlamda bir bilgisi olduğunu verdiği yanıtlardan çok kolaylıkla anlayabiliyordunuz. Boş değildi kesinlikle ama sanki bir şeyler eksikti ve ben neyin eksik olduğunu yada beni biraz huzursuz eden şeyi çözemiyordum.
Sonuçta güzel eserlerdi ve yönetim bir eserinin sergilenmesine karar verdiğinde durumu kendisine bildirdim.
Eserlerin müzemize gelmesi de ayrı bir çalışmadır. Ve eserler belirtilen tarihe kadar yavaş yavaş müzeye gönderilirken "x" in eseri en önce gelen eserlerdendi.Gerçekten esere dokunduğunuzda da farkı hissedebiliyor ve güzelliği karşısında büyülenebiliyordunuz.
Kendisiyle tanışma fırsatı yakaladım. Büyük bir mütevazilik örneği göstererek asıl mesleğinin bu olmadığını ve aslında mesleğini de çok sevdiğini zaman zaman da heykel yaparak iç dünyasında biriktirdiği şeyleri dışa vurduğunu söyledi.
Bir çeşit meditasyon dedi....
Sarsıldım, çünkü öylesine güzeldi ki eseri ,sahip olduğu yeteneğin onda birine sahip olup kendisini bir yerlere koyan onlarca heykeltraştan çok daha ötedeydi.
Uzun uzun konuştuk, içimdeki huzursuzluğun , eksik gördüğüm şeyin ne olduğunu bulmaya çalışıyordum hala. Bu arada da diğer amatörlerin eserlerini de gezerken ve onlarla da konuşma fırsatı bulurken her anlamda aradaki farkı görebiliyordum.
İçlerinde bazıları sıyrılıp sanatçı ünvanını alacaklardır ilerleyen zaman içersinde. Pekii hangileri?
Yeteneği olanlar mı? Hiç biri "x" kadar yetenekli değil aslında ama "x" de asla sanatçı olmayacak. İstemediğinden mi? Sanırım hayır....
Amatör olarak adlandırdıklarımız eğer içlerinde tutku barındırmıyorsa bu yol kapalı olacaktır her zaman. Ve doğal olarak sayın Sanem Uçar ın dediği gibi sanatı katleden kişiler olarak ayağımıza dolanacaklardır.
O tutkuya sahip olanlar, yetenekleri olmasa bile sanatın gelişmesinde öncülük yapan kişilerdir. Çünkü geceleri gündüzleri hayalleridir. Yazarlar, çizerler, uyurlar uyuyamazlar, uyanırlar bir çizik atarlar.
Kendileri yoktur o sihirli yolda. Hırçındırlar, bir daha bir daha diyen hiç durmayan bir iç sesin haykırışıyla boğulurlar.Orada burada yazdıkları yada çizdikleri, yada söyledikleriyle bir kaç kişinin beğeni dolu sözleriyle bir şeyler yaptığını sanmalarını sağlayan biz şakşakçılar da sanatın katillerindeniz bu koşulda.
Evet şimdi çok daha iyi anlıyorum, "sanatın katilleri amatörlerdir "cümlesinde ki inceliği. Ortaya çıkan şey ne denli güzel olursa olsun, ileriye dönük bir hayali içinde barındırmıyorsa, tutku yoksa yaratılanlarda, vazgeçiş yoksa hayattan ,yapılanlar masturbasyondan başka bir şey değil.
Bunu başkaları yapabilir, ama sanat eğitimi almış bir kişi ne şakşakçı olmalı bu koşulda ne de bu işin içinde, değil mi sevgili sanem?.....
28 Ağustos 2009 Cuma
Huzur....
Bir hafta kadar önce çevreme baktığımda boğulduğumu hissettiğim bir an da kendimi dostum Günter in yanında buldum.
Var olan tüm yeni iletişim sistemlerini, ve dağarcığımıza zorla yerleştirilmeye çalışılan tanımlamaları bir kenara bırakarak eski ama bilindik yöntemlerin çok daha sıcak ve doğru havasında dört günümü Günter le birlikte Norveç kıyılarının fiyortlarında huzur içinde geçirdim.
Aradığım kelime buydu aslında; Huzur.....
Seni ta çocukluğunun o eski günlerinden beri tanıyan, çoğu kişiye göre çok yaşlı ama yüreği pek genç bu dostla ve hafızasında seninle yada sana ait bir çok şeyle sohbetlere dalmak unuttuğum bir şeydi.
"Neleri unuttuk?" diye düşündüm bir anda....
O kadar çok ki unuttuklarımız.
Dokunmayı unuttuk birbirimize, dinlemeye hiç zamanımız yok sanki en çok dinlemeyi unuttuk gibi geldi bir an...
Günter anlattıkça kah gözlerim yaşardı anlattıklarından, kah kahkahalarla gülerken farklı bir yaş geldi gözlerimden.Soğuktu hava ama etrafa bir dostla anıların içinde kaybolabilmenin sıcaklığına etrafımızı saran olağanüstü doğa güzellikleri de eklenince bir başka dünyadaydım sanki. Hiç bitmesini istemediğim bir yolculuğun içindeydim.
Oysa bu ilk değildi benim için.Ergenlik dönemimde annemle beraber yaptığım ve bana düşünemeyeceğiniz kadar zor gelen bir macera için Norveç in fiyortlarında annemle dolanırken çılgın bir anneye sahip olduğuma karar vermiştim.
Ve bu seyahatte Norveç halk şarkılarına annem büyük bir coşkuyla eşlik ederken rock müzik benim için yepyeni bir ufuk açmışken soğuktan donmuş ve annemin;
"Dinle Adan burada suyun sesini duyman için su olman gerekir, hadi su ol" cümlesine hiç anlam verememiştim.
Günter den annemle ilgili hikayeler dinlemek ayrı bir güzellikti. Ergenliğimde yada gençliğimde dünyanın merkezindeyken hep yanımızda olacakmış gibi dışarı da bıraktıklarımız ve onların öyküleri nasıl da anlam kazanıyor birden bire.
Dün çok güzel bir müzik bloğunda aslında pek dinlemediğim bir müzik türünden bir albüm indirdim. Birden bire bu albümü bu yolculuğa çıkmadan önce dinleyebilmiş olmayı istediğimi fark ettim.
Sevgili dostum Günter ile bu yolculuğa bir kez daha çıktığimda dediğim gibi yine dondum, ama öylesine büyüleyici geldi ki bu sefer bu manzara, annemin hiç unutmadığım yüzünü bir kez daha hatırlarken yine bildik Norveç halk şarkıları söyleniyordu. Bu sefer bende katıldım bu halk şarkılarına.
Ve bu albümü dinleyebilmiş olsaydım, bu yolculuk farklı bir anlam bulurmuydu bilmiyorum ama niyese yeniden annem geldi aklıma ve annemin;
"Su ol Adan" cümlesindeki bilgeliği....
Bu albümü dün gece aquavit, yani nasıl desem Norveçlilerin rakısı diyeyim, eşliğinde yudum yudum içtim adeta.
Uğrayın derim bu yere.....
http://ku-ba-ba.blogspot.com/2009/08/vangelis-oceanic-1996.html
Var olan tüm yeni iletişim sistemlerini, ve dağarcığımıza zorla yerleştirilmeye çalışılan tanımlamaları bir kenara bırakarak eski ama bilindik yöntemlerin çok daha sıcak ve doğru havasında dört günümü Günter le birlikte Norveç kıyılarının fiyortlarında huzur içinde geçirdim.
Aradığım kelime buydu aslında; Huzur.....
Seni ta çocukluğunun o eski günlerinden beri tanıyan, çoğu kişiye göre çok yaşlı ama yüreği pek genç bu dostla ve hafızasında seninle yada sana ait bir çok şeyle sohbetlere dalmak unuttuğum bir şeydi.
"Neleri unuttuk?" diye düşündüm bir anda....
O kadar çok ki unuttuklarımız.
Dokunmayı unuttuk birbirimize, dinlemeye hiç zamanımız yok sanki en çok dinlemeyi unuttuk gibi geldi bir an...
Günter anlattıkça kah gözlerim yaşardı anlattıklarından, kah kahkahalarla gülerken farklı bir yaş geldi gözlerimden.Soğuktu hava ama etrafa bir dostla anıların içinde kaybolabilmenin sıcaklığına etrafımızı saran olağanüstü doğa güzellikleri de eklenince bir başka dünyadaydım sanki. Hiç bitmesini istemediğim bir yolculuğun içindeydim.
Oysa bu ilk değildi benim için.Ergenlik dönemimde annemle beraber yaptığım ve bana düşünemeyeceğiniz kadar zor gelen bir macera için Norveç in fiyortlarında annemle dolanırken çılgın bir anneye sahip olduğuma karar vermiştim.
Ve bu seyahatte Norveç halk şarkılarına annem büyük bir coşkuyla eşlik ederken rock müzik benim için yepyeni bir ufuk açmışken soğuktan donmuş ve annemin;
"Dinle Adan burada suyun sesini duyman için su olman gerekir, hadi su ol" cümlesine hiç anlam verememiştim.
Günter den annemle ilgili hikayeler dinlemek ayrı bir güzellikti. Ergenliğimde yada gençliğimde dünyanın merkezindeyken hep yanımızda olacakmış gibi dışarı da bıraktıklarımız ve onların öyküleri nasıl da anlam kazanıyor birden bire.
Dün çok güzel bir müzik bloğunda aslında pek dinlemediğim bir müzik türünden bir albüm indirdim. Birden bire bu albümü bu yolculuğa çıkmadan önce dinleyebilmiş olmayı istediğimi fark ettim.
Sevgili dostum Günter ile bu yolculuğa bir kez daha çıktığimda dediğim gibi yine dondum, ama öylesine büyüleyici geldi ki bu sefer bu manzara, annemin hiç unutmadığım yüzünü bir kez daha hatırlarken yine bildik Norveç halk şarkıları söyleniyordu. Bu sefer bende katıldım bu halk şarkılarına.
Ve bu albümü dinleyebilmiş olsaydım, bu yolculuk farklı bir anlam bulurmuydu bilmiyorum ama niyese yeniden annem geldi aklıma ve annemin;
"Su ol Adan" cümlesindeki bilgeliği....
Bu albümü dün gece aquavit, yani nasıl desem Norveçlilerin rakısı diyeyim, eşliğinde yudum yudum içtim adeta.
Uğrayın derim bu yere.....
http://ku-ba-ba.blogspot.com/2009/08/vangelis-oceanic-1996.html
13 Ağustos 2009 Perşembe
Diyemediklerim...
Bazen hiç beklemediğiniz sorularla karşılaşırsınız. Vereceğiniz yanıtlar vardır belki ama bu cevapların ne kadarını vermek istediğinizi bilmemenin şaşkınlığında donup kalırsınız.
Karşınızdaki kişi insanca bir olguyla yaklaşıp size bir soru soruvermiştir ve çok basit gibi gözükmektedir aslında yanıt.
Ama....
Ama veremezsiniz yanıtı...
Aslında; hergelenin, işe yaramazın tekiyim demek gelir içinizden,aldığım onca eğitim ve aslında kariyer olarak iyi yerlerde olmam bu gerçeği pek değiştirmiyor çünkü bir insanı kırdım yok ettim ve arkasından dağıldım demek ve bunu anlatmak o kadar kolay değil.
Şimdi ise çekildiğim köşemde kendimi cezalandırma işiyle uğraşıyorum diyebilmekte kolay değil...
Şu anda yaptığım hiç bir şeyin benim için anlamı olmaksızın köşemde olup biteni sessizce izliyorum diyebilmeyi isterdim...
Dünya yine bildiği hızla ve açıda dönmeye devam ediyor ve biz insanlar alışkanlıklarımızı yerine getirmeye çalışıyoruz ama gerçekte ne yapıyorsun sorusunun yanıtını verebilmeyi çok isterdim.
Ellerim ve parmaklarım çamura, mermere yine dokunuyor, yada bagetlere, yada deriye...
Kulaklarıma yine güzel melodiler geliyor, gözlerim yine anlamlı renkleri ve yazıları ayırt edebiliyor.
Edebiliyor, edebiliyor ama....
Amaların devamını kendi içimde bile getiremezken eksik kalıyor, tamamlanmıyor cümleler.
Hep bir yerlerde güdük kalmış duyguların egemenliği hakim. Güzel insanlar görüyorum orada burada. Hiç tanımasam da onları, onlar adına kaygılanıyorum anlamsız bir şekilde. Kendimi görmemezlikten gelmenin huzuruyla kalplerini kıracak bir olgu varmıdır yokmudur diye düşünüp yapmış olduklarımın affettirilmesi gibi garip bir kandırmacayla nefes alıyorum.
Ve insanoğlunun o güçlü imgesi altında ne kadar zayıf olduğunun yansımasını hissediyorum kalbimde.
Yaşamın anlamını bulanlara sıkıca o anlama sarılmalarını, başka bir şeyle ilgilenmemelerini dilemekten başka bir şey gelmiyor bir de elimden...
Karşınızdaki kişi insanca bir olguyla yaklaşıp size bir soru soruvermiştir ve çok basit gibi gözükmektedir aslında yanıt.
Ama....
Ama veremezsiniz yanıtı...
Aslında; hergelenin, işe yaramazın tekiyim demek gelir içinizden,aldığım onca eğitim ve aslında kariyer olarak iyi yerlerde olmam bu gerçeği pek değiştirmiyor çünkü bir insanı kırdım yok ettim ve arkasından dağıldım demek ve bunu anlatmak o kadar kolay değil.
Şimdi ise çekildiğim köşemde kendimi cezalandırma işiyle uğraşıyorum diyebilmekte kolay değil...
Şu anda yaptığım hiç bir şeyin benim için anlamı olmaksızın köşemde olup biteni sessizce izliyorum diyebilmeyi isterdim...
Dünya yine bildiği hızla ve açıda dönmeye devam ediyor ve biz insanlar alışkanlıklarımızı yerine getirmeye çalışıyoruz ama gerçekte ne yapıyorsun sorusunun yanıtını verebilmeyi çok isterdim.
Ellerim ve parmaklarım çamura, mermere yine dokunuyor, yada bagetlere, yada deriye...
Kulaklarıma yine güzel melodiler geliyor, gözlerim yine anlamlı renkleri ve yazıları ayırt edebiliyor.
Edebiliyor, edebiliyor ama....
Amaların devamını kendi içimde bile getiremezken eksik kalıyor, tamamlanmıyor cümleler.
Hep bir yerlerde güdük kalmış duyguların egemenliği hakim. Güzel insanlar görüyorum orada burada. Hiç tanımasam da onları, onlar adına kaygılanıyorum anlamsız bir şekilde. Kendimi görmemezlikten gelmenin huzuruyla kalplerini kıracak bir olgu varmıdır yokmudur diye düşünüp yapmış olduklarımın affettirilmesi gibi garip bir kandırmacayla nefes alıyorum.
Ve insanoğlunun o güçlü imgesi altında ne kadar zayıf olduğunun yansımasını hissediyorum kalbimde.
Yaşamın anlamını bulanlara sıkıca o anlama sarılmalarını, başka bir şeyle ilgilenmemelerini dilemekten başka bir şey gelmiyor bir de elimden...
27 Temmuz 2009 Pazartesi
Katie Melua
Şu facebook u gittikçe sevmeye başlayacağım sanırım...
Hemen hergün hayatımıza öylesine çok şey giriyor ki bu hıza yetişmek söz konusu değil. Doğal olarak bazı güzellikleri unutabiliyoruz.
Katie Melua da bunlardan biri.
Oysa müzik dünyasında yerini aldığında herşeyden önce çok sevimli bulmuştum bu sesi.Gürcistan asıllı bu sevimli ses çocuk denilecek bir yaşta müziğin içinde yer almıştı ve bence çok başarılıydı.
Jazz müziğin gelecekteki isimlerinden bir olacaktır diye düşündüğüm bir sanatçıyı facebook sayesinde yeniden hatırladım.
Şu anda evimde yankılan ses onun sesi "The Katie Melua Collection"
01. Closest Thing To Crazy
02. Nine Million Bicycles
03. What A Wonderful World
04. If You Were A Sailboat
05. Piece By Piece
06. Call Off The Search
07. On The Road Again
08. Mary Pickford
09. Spider’s Web
10. Thank You Stars
11. I Cried For You
12. Crawling Up A Hill
13. Tiger In the Night
14. When You Taught Me How To Dance
15. Two Bare Feet
16. Toy Collection
17. Somewhere In The Same Hotel
Hemen hergün hayatımıza öylesine çok şey giriyor ki bu hıza yetişmek söz konusu değil. Doğal olarak bazı güzellikleri unutabiliyoruz.
Katie Melua da bunlardan biri.
Oysa müzik dünyasında yerini aldığında herşeyden önce çok sevimli bulmuştum bu sesi.Gürcistan asıllı bu sevimli ses çocuk denilecek bir yaşta müziğin içinde yer almıştı ve bence çok başarılıydı.
Jazz müziğin gelecekteki isimlerinden bir olacaktır diye düşündüğüm bir sanatçıyı facebook sayesinde yeniden hatırladım.
Şu anda evimde yankılan ses onun sesi "The Katie Melua Collection"
01. Closest Thing To Crazy
02. Nine Million Bicycles
03. What A Wonderful World
04. If You Were A Sailboat
05. Piece By Piece
06. Call Off The Search
07. On The Road Again
08. Mary Pickford
09. Spider’s Web
10. Thank You Stars
11. I Cried For You
12. Crawling Up A Hill
13. Tiger In the Night
14. When You Taught Me How To Dance
15. Two Bare Feet
16. Toy Collection
17. Somewhere In The Same Hotel
24 Temmuz 2009 Cuma
Rainer Maria Rilke
DUİNO AĞITLARI
III.
Sevgiliye övgü düzme başka şeydir; o gizlenmiş,
suçlu nehir tanrısıysa kanın, ah, bambaşka bir şey.
Kızın ta uzaklardan seçebildiği oğlan ne bilir
şehvetin rabbini, o ne’idüğü belirsizle sırılsıklam
tanrı başını sık sık yalnızlığından kaldırıp
geceyi aralıksız isyanlara kışkırtanı;
çoğu zaman sanki yokken kız, henüz yatıştırmazken delikanlıyı.
Ey kanın Neptünü, ey onun üç dişli ürkünç mızrağı.
Ey burgulu deniz kabuğundan bağrının karanlık rüzgârı.
Gece nasıl bel verip çukurlaşıyor, dinle.
Sizden değil mi ey yıldızlar âşığın arzusu
aşkının çehresine? Kızın saf yüzünü içten idraki
saf burçlardan gelmez mi?
Sen değilsin, ne yazık, annesi de değil
o kaş yaylarını böyle beklentiyle geren.
Senden değil dudaklarındaki bu bereketli kavis,
ne kadar hisseder olsan da onu.
Sen, seher yeli gibi süzülen kız, inanıyor musun gerçekten
onu böyle sarsabileceğine usul usul yaklaşmakla?
Yüreğini hoplattın gerçi, ama senin dokunuşunla
daha kadim korkular titretti içini.
Çağır onu… kapkaranlık bir çevreden de çağırmıyorsun.
İster elbette: kopup gelir, içi rahatlar
alışır senin gizli kalbine, toparlanıp kendine gelmeye başlar.
Ama hiç kendi kendine başladı mı o?
Annesi, sendin onu ufaltan, sendin başlangıcı.
Yeni idi senin için, sevecen bir dünyayla kapladın
yepyeni gözlerini, yabancı dünyadan korudun.
Nerede o yıllar, ah? tek başına yeterdi narin vücudun
taşıp gelen kaosu kapamaya.
Pek çok şeyi sakladın ondan bu yolla,
tehlikeden arındırdın gecenin kuşkuyla dolan odasını
ve insanca bir uzam kattın gönlünün koca sığınağından kopan.
Karanlığın değil kendi yakın varoluşunun
ortasına koyardın gece lambasını, arkadaşlığıyla ışıldardı sanki.
Bir gıcırtı bile yoktu ki güler yüzle açıklamandan kaçsın,
sofanın kımıldayacağı anı bilir gibiydin…
Ve dinleyip rahatlardı çocuk.
Öyle becerikliydi ki incelikle kalkışın geceleyin:
dolabın arkasında kaybolurdu kaderi uzun paltosuyla,
perde kıvrımlarına kayardı huzursuz geleceği.
Oracıkta yatışmış yatarken o
ve senin en zarif şekillenişin
tatlı tatlı erirken yarım uykusunun içinde,
gözleri kapalı: korunmuş görünüyordu… Ama ya içeride:
kim tutar, kim savuşturur ecdadının sellerini?
Tedbir yoktu, ah, uyuyanda bunlara karşı,
uyuyordu belki ama düşlüyordu,
yükseliyordu ateşi: nasıl da kaptırmıştı kendini.
Yeniydi, ürkekti, içinde olup bitene dolaşmıştı-
yayılan köklere ve sarmaşıklara,
iç içe geçmiş nakışlar halinde boğarak büyüyen
ve hayvan gibi avlayan şekillerine.
Öylesine teslim oluyordu ki -. Seviyordu.
Seviyordu kendi içini, vahşi iç dünyasını, içindeki ilkel ormanı,
ve suskun ağaçlar yığınında
durmaktaydı yüreği, ışık yeşili.
Seviyordu. Terk etti gitti kendi köklerini
kudretli kökene doğru, ufacık doğumunun
artık esamisinin okunmadığı yere.
Seve seve indi daha kadim kanlar içine,
atalarına doymuş korkunun yattığı vadilere girdi.
Ve tanıyordu onu her bir dehşet, göz kırpıyordu anlaşmış gibi.
Evet, dehşet gülümsüyordu… Annesi,
nadiren böyle müşfik gülümsedin sen.
Nasıl sevmesin ki onu, gülümsüyordu kendisine.
Senden önce dehşeti sevdi, çünkü o eriyip gitmişti bile
karnında, cenini yüzdüren sıvı içinde.
Bak, biz sevmeyiz çiçekler gibi tek bir mevsim ile.
Biz sevdik mi, tasavvurun bile ötesinde eski
bir özsu yükselir kollarımızda. Sevince,
tek bir varlığı, gelecektekini değil,
sayısız mayalanışları sevmeli kendi içimizde;
tek bir çocuğu değil, babaları sevmeli
harap dağlar gibi derinliklerimizde yatan,
ve kurumuş ırmak yataklarını
evvel zaman annelerine ait; sevince,
bulutlu ya da berrak, tüm suskun topraklarını sevmeli yazgının-
ah kızım, ah canım, bunlar var senden önce.
Peki sen nereden bileceksin ki-,
en kadim zamanları uyandırdın âşığının içinde.
Ne duygular çıktı su yüzüne özüne başkalaşıp,
ne kadınlar nefret etti senden.
Ne karanlık adamlar kaldırdın delikanlı damarlarında?
Yanına gelmek istedi ölü çocuklar…
Bir güzellik yap artık ona, ah,
sessiz sedasız, gündelik işin gibi-
götür bahçelerin oraya, ver gecelerin ağırlığını…
Onu esirge…
III.
Sevgiliye övgü düzme başka şeydir; o gizlenmiş,
suçlu nehir tanrısıysa kanın, ah, bambaşka bir şey.
Kızın ta uzaklardan seçebildiği oğlan ne bilir
şehvetin rabbini, o ne’idüğü belirsizle sırılsıklam
tanrı başını sık sık yalnızlığından kaldırıp
geceyi aralıksız isyanlara kışkırtanı;
çoğu zaman sanki yokken kız, henüz yatıştırmazken delikanlıyı.
Ey kanın Neptünü, ey onun üç dişli ürkünç mızrağı.
Ey burgulu deniz kabuğundan bağrının karanlık rüzgârı.
Gece nasıl bel verip çukurlaşıyor, dinle.
Sizden değil mi ey yıldızlar âşığın arzusu
aşkının çehresine? Kızın saf yüzünü içten idraki
saf burçlardan gelmez mi?
Sen değilsin, ne yazık, annesi de değil
o kaş yaylarını böyle beklentiyle geren.
Senden değil dudaklarındaki bu bereketli kavis,
ne kadar hisseder olsan da onu.
Sen, seher yeli gibi süzülen kız, inanıyor musun gerçekten
onu böyle sarsabileceğine usul usul yaklaşmakla?
Yüreğini hoplattın gerçi, ama senin dokunuşunla
daha kadim korkular titretti içini.
Çağır onu… kapkaranlık bir çevreden de çağırmıyorsun.
İster elbette: kopup gelir, içi rahatlar
alışır senin gizli kalbine, toparlanıp kendine gelmeye başlar.
Ama hiç kendi kendine başladı mı o?
Annesi, sendin onu ufaltan, sendin başlangıcı.
Yeni idi senin için, sevecen bir dünyayla kapladın
yepyeni gözlerini, yabancı dünyadan korudun.
Nerede o yıllar, ah? tek başına yeterdi narin vücudun
taşıp gelen kaosu kapamaya.
Pek çok şeyi sakladın ondan bu yolla,
tehlikeden arındırdın gecenin kuşkuyla dolan odasını
ve insanca bir uzam kattın gönlünün koca sığınağından kopan.
Karanlığın değil kendi yakın varoluşunun
ortasına koyardın gece lambasını, arkadaşlığıyla ışıldardı sanki.
Bir gıcırtı bile yoktu ki güler yüzle açıklamandan kaçsın,
sofanın kımıldayacağı anı bilir gibiydin…
Ve dinleyip rahatlardı çocuk.
Öyle becerikliydi ki incelikle kalkışın geceleyin:
dolabın arkasında kaybolurdu kaderi uzun paltosuyla,
perde kıvrımlarına kayardı huzursuz geleceği.
Oracıkta yatışmış yatarken o
ve senin en zarif şekillenişin
tatlı tatlı erirken yarım uykusunun içinde,
gözleri kapalı: korunmuş görünüyordu… Ama ya içeride:
kim tutar, kim savuşturur ecdadının sellerini?
Tedbir yoktu, ah, uyuyanda bunlara karşı,
uyuyordu belki ama düşlüyordu,
yükseliyordu ateşi: nasıl da kaptırmıştı kendini.
Yeniydi, ürkekti, içinde olup bitene dolaşmıştı-
yayılan köklere ve sarmaşıklara,
iç içe geçmiş nakışlar halinde boğarak büyüyen
ve hayvan gibi avlayan şekillerine.
Öylesine teslim oluyordu ki -. Seviyordu.
Seviyordu kendi içini, vahşi iç dünyasını, içindeki ilkel ormanı,
ve suskun ağaçlar yığınında
durmaktaydı yüreği, ışık yeşili.
Seviyordu. Terk etti gitti kendi köklerini
kudretli kökene doğru, ufacık doğumunun
artık esamisinin okunmadığı yere.
Seve seve indi daha kadim kanlar içine,
atalarına doymuş korkunun yattığı vadilere girdi.
Ve tanıyordu onu her bir dehşet, göz kırpıyordu anlaşmış gibi.
Evet, dehşet gülümsüyordu… Annesi,
nadiren böyle müşfik gülümsedin sen.
Nasıl sevmesin ki onu, gülümsüyordu kendisine.
Senden önce dehşeti sevdi, çünkü o eriyip gitmişti bile
karnında, cenini yüzdüren sıvı içinde.
Bak, biz sevmeyiz çiçekler gibi tek bir mevsim ile.
Biz sevdik mi, tasavvurun bile ötesinde eski
bir özsu yükselir kollarımızda. Sevince,
tek bir varlığı, gelecektekini değil,
sayısız mayalanışları sevmeli kendi içimizde;
tek bir çocuğu değil, babaları sevmeli
harap dağlar gibi derinliklerimizde yatan,
ve kurumuş ırmak yataklarını
evvel zaman annelerine ait; sevince,
bulutlu ya da berrak, tüm suskun topraklarını sevmeli yazgının-
ah kızım, ah canım, bunlar var senden önce.
Peki sen nereden bileceksin ki-,
en kadim zamanları uyandırdın âşığının içinde.
Ne duygular çıktı su yüzüne özüne başkalaşıp,
ne kadınlar nefret etti senden.
Ne karanlık adamlar kaldırdın delikanlı damarlarında?
Yanına gelmek istedi ölü çocuklar…
Bir güzellik yap artık ona, ah,
sessiz sedasız, gündelik işin gibi-
götür bahçelerin oraya, ver gecelerin ağırlığını…
Onu esirge…
28 Haziran 2009 Pazar
Tatil başladı
"Tatil başladı" demiş güzel bir ruh çok kısa bir açıklamayla, ve ardından odamın içini saran muhteşem bir müziğin sıcaklığıyla gülümsemek te bana kaldı ....
"Budapeşte doğumlu bu sanatçı jazz müzikte sevdiğim bir gitardır.1936-1982 yıllarında yaşamış bu sanatçıyı bence erken denilebilecek bir yaşta kaybettik.
Müziğinde jazz dan başka rock özelliklerini de görebildiğimiz için midir bilmiyorum ben çok severim. Bu albüm de ise yine benim için çok değerli flütçülerden biri olan Charles Lloyd eşlik etmiştir.
Güzel bir albümdür."
Gerçekten de öyle, pazar günümün müziği oldu. Teşekkür ederim.
Szabo Gabor-Live with Charles Lloyd.
Musicians,
Gabor Szabo,gitar
Wolfgang Metz,bass
John Dentz,drums
Mailto Correa,congas and percussion
Charles Lloyd,flüte
Tommy Eyre,keyboard
Tony Ortega,flüte and echoplex
side one
1)Spellbinder
2)Sombrero Sam
side two
1)Stormy
2)People
"Budapeşte doğumlu bu sanatçı jazz müzikte sevdiğim bir gitardır.1936-1982 yıllarında yaşamış bu sanatçıyı bence erken denilebilecek bir yaşta kaybettik.
Müziğinde jazz dan başka rock özelliklerini de görebildiğimiz için midir bilmiyorum ben çok severim. Bu albüm de ise yine benim için çok değerli flütçülerden biri olan Charles Lloyd eşlik etmiştir.
Güzel bir albümdür."
Gerçekten de öyle, pazar günümün müziği oldu. Teşekkür ederim.
Szabo Gabor-Live with Charles Lloyd.
Musicians,
Gabor Szabo,gitar
Wolfgang Metz,bass
John Dentz,drums
Mailto Correa,congas and percussion
Charles Lloyd,flüte
Tommy Eyre,keyboard
Tony Ortega,flüte and echoplex
side one
1)Spellbinder
2)Sombrero Sam
side two
1)Stormy
2)People
27 Haziran 2009 Cumartesi
Kapımı çalan sevgili dost
İnsan hayatında radikal değişimler yapmaya görsün.Herşey o denli çabuk gelişiyor ki.Beyin süzgecinden geçirmeden bir çok şeyi, her şeyi geride bırakarak, bir otel odasında konaklamayla başlayan garip bir serüven bu.
Kaç gün süreceği belli olmayan, kendinden kaçısın her türlü yollarının denendiği,alışkanlıklarının senden uzaklaştığı bambaşka bir dünyaya "merhaba" demenin o ilk anları....
Kendine geliş anındaysa kararlar alma aşamasıyla yüzyüze olduğun ve bu sefer çok ama çok dikkatle yapman gerekenleri gözden geçirdiğin bir süreçtesin demektir bu.
"Neler almalıyım yanıma giderken" demiş sevgili Edip, aynı soruyu sorarsın kendine ve kendinden başka bir şey olmadığını görmenin garip tatsızlığında yolculuk başlar.
Yaşamak sadece nefes alıp vermekten ibaret olmadığından insanca yaşamak isteğiyle bambaşka bir ben le geçmişe ait herşeyi geride bırakır, sevgili Telli nin bir dizesinde yazmış olduğu gibi, "yürümeye başlayan bir çocuk gibi"sendeleyerek devam eden bir başlangıçtasın demektir aynı zamanda.
Şairler beni öldürecek!... Şiirlerinden dizeleri konuşma şekline dönüştürmeyi sanırım pek sevmeyeceklerdir. Ama artık burası benim köşem, normal hayatta yapılanların aynen yansıtılmış şekli benim tarafımdan.
Kendi köşemde, kimsenin kapımı çalmasını beklemezken birden bire kapımın çalındığını görmek garip bir duygu. Bu blog hiç bir amaç gözetmeksizin, kimsenin uğrayıp uğramayacağını hesaba katmadan kendimle başbaşa kaldığım günlerin hesaplaşmasının bir yansıması şeklinde doğdu.Ama bir bakıyorum ki hiç tanımadığım bir sevgili dost kapımı çalmış.
Bu hiç tanımadığım dostumun şerefine kırmızı şarapla dolu kadehimi kaldırken dinlemekte olduğum müzik Chick Corea idi.
Öylesine farklı geldi ki bu sefer sürekli dinlediğim melodiler....
Şerefine sevgili dostum...
Chick Corea & Origin
Albüm için Chick Corea şunları demiş;
"All these tracks were recorded in my living room/studio. We spent 4 days recording and 3 days mixing. We use no headphones, monitors or sound separators. There was no editing or fixing of parts. The only overdubbing done was my marimba overdub on 'L.A. Scenes' and my and Jeff's handclaps on 'Little Flamenco.' All takes are complete takes from beginning to end."
Musicians:
Chick Corea, piano, marimba & hand claps
Avishai Cohen, acoustic bass
Steve Wilson, soprano sax, alto sax, flute & clarinet
Bob Sheppard, tenox sax, bass clarinet & flute
Steve Davis, trombone
Jeff Ballard, drums & hand claps
Tracks:
1. Wigwam (Corea)
2. Armando's Tango (Corea)
3. Little Flamenco (Corea)
4. Early Afternoon Blues (Corea)
5. Before Your Eyes (Corea)
6. L.A. Scenes (Corea)
7. Home (Corea)
8. The Spinner (Corea)
9. Compassion [Ballad] (Corea)
10. Night [Lylah] (Cohen)
11. Awakening (Corea)
20 Haziran 2009 Cumartesi
Edip Cansever
Türk edebiyatının büyük ustalarında biri Edip Cansever.Şiirlerini her okuyuşumda içimde kocaman bir boşluğun ötesinde yalnızlığa dair söylenebilecek cümlelerin sihirli şairinin dizelerinde kaybolmak vardır.
Taşkın değildir dizelerinde, bas bas bağırmaz....
Ustalıkla seçilmiştir kelimeler, dokunup geçerken o kelimelerin herkeste bıraktığı iz çok daha farklıdır.Serin bir etki bırakır dizeleriyle, üşütmez...
İçinizde bir "duduk" çalmaya başlar,ki garip bir melankolidir,bir esriklik bırakır ruhunuzun ta derinlerinde...
Bugün Edip Cansever okumanın tam zamanı...
ben büyürüm, ne zaman? her yerde, hep deniz olana
yarısı kesik inceden bir parmakla
ondan ki yaslısıyım durup durup sevmenin
ondan ki çoraklarda büyüdüm bir dilim tatlı kavunla.
seni bir çare yaptım sana özendim
bazı şiirler yırttım yenilerini edindim.
geçtimse bir durumdan bir başka duruma hızla
kanla ölümle değil bir çeşit sokulganlıkla
artık ki güçlüsüyüm bir kişiden fazla olmanın
bir anıdır susmamsa bakınca kesik parmağıma.
açınca gözlerimi ipe çekilmiş güneşler varsın
mavi bir çocuksun aşkımız mavi bir ambarın ortasından bakarsın.
Edip Cansever
Taşkın değildir dizelerinde, bas bas bağırmaz....
Ustalıkla seçilmiştir kelimeler, dokunup geçerken o kelimelerin herkeste bıraktığı iz çok daha farklıdır.Serin bir etki bırakır dizeleriyle, üşütmez...
İçinizde bir "duduk" çalmaya başlar,ki garip bir melankolidir,bir esriklik bırakır ruhunuzun ta derinlerinde...
Bugün Edip Cansever okumanın tam zamanı...
ben büyürüm, ne zaman? her yerde, hep deniz olana
yarısı kesik inceden bir parmakla
ondan ki yaslısıyım durup durup sevmenin
ondan ki çoraklarda büyüdüm bir dilim tatlı kavunla.
seni bir çare yaptım sana özendim
bazı şiirler yırttım yenilerini edindim.
geçtimse bir durumdan bir başka duruma hızla
kanla ölümle değil bir çeşit sokulganlıkla
artık ki güçlüsüyüm bir kişiden fazla olmanın
bir anıdır susmamsa bakınca kesik parmağıma.
açınca gözlerimi ipe çekilmiş güneşler varsın
mavi bir çocuksun aşkımız mavi bir ambarın ortasından bakarsın.
Edip Cansever
13 Haziran 2009 Cumartesi
Konstantin Kavafis
Uzun bir süre direndim bir çok şeyde, hatta zaman zaman arkadaşlarımın, dostlarımın eleştirilerine maruz bile kaldım.
Bunlardan bir tanesi de "facebook" idi.
Bir çok şey söylendi güzelliğiyle ilgili olarak, tabikii kötülüğüyle de...
Ne iyiliğindeydim açıkcası nede kötülüğünde. Mantık bana anlaşılmaz geliyordu. Ulaşmak istediklerime ulaşabilir, paylaşmak istediğim şeyleri dostlarımla paylaşırdım zaten.
Yani, kişilere kendini anlatmak her zaman öylesine zor gelmiştir ki bana. Herşeyden önemlisi yaşantıma yeni kişileri eklemek gibi bir niyeti hiç barındırmıyordu beynim.
Dünyanın bir ucunda seninle aynı duyguları paylaşan yada aynı zevki ve keyfi alan kişilerin olduğunu bilmek her zaman yetmişti bana.Bu kişilerin kim, nasıl olduğuyla ilgilenmek hiç aklıma gelmedi.
Hangi düşüncede olursanız olun, bazı şeylere çok fazla direnemiyorsunuz. Anlamsız da geliyor aslında direnmek,Ki insanoğlu her türlü olumsuzluğuna rağmen hiç bir canlı da olmayan özelliklere de sahiptir. Gücü elinde bulundurmak gibi...
O halde bu gücü elinde tutarak kendi istediğin biçimde zamandan ve zamanın beraberinde getirdiği nesnel koşullardan ayrı kalmadan kendince yol alabilirsin.
Yaklaşık bir aydır facebooktayım.
Kuşkusuz burası da benim çizdiğim yolda ilerleme kaydettiğinden şimdilik bir sıkıntısı yaşamadan, tam tersine unuttuğum, yada yaşamın anlamsız koşullarında geri planda kalmış şeyleri hatırlamak adına müthiş bir yer.
Örneğin; Konstantin Kavafis...
Nasıl severim bu şairi.
Ve bir baktım ki yıllardır bir şiirini okumamışım. Facebook ta karşımdaydı.
Tekrar hatırlamama sebep olan dünyanın herhangi yerindeki bu hiç bilmediğim tanımadığım insana teşekkürler.
Bir tanede benden olsun dedim:
Duvarlar
Aldırmadan, acımadan, utanmadan
Kocaman, yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.
İşte oturuyorum umutsuz
Bu yazgı kemiriyor beynimi, başka şey yok aklımda;
Yapacak neler vardı dışarda.
Ah, duvarları örerken nasıl görmedim onları?
Ne sesini duydum örücülerin, ne gürültüsünü.
Çıt çıkarmadan kapamışlar bana dünya kapılarını
Konstantin Kavafis
Bunlardan bir tanesi de "facebook" idi.
Bir çok şey söylendi güzelliğiyle ilgili olarak, tabikii kötülüğüyle de...
Ne iyiliğindeydim açıkcası nede kötülüğünde. Mantık bana anlaşılmaz geliyordu. Ulaşmak istediklerime ulaşabilir, paylaşmak istediğim şeyleri dostlarımla paylaşırdım zaten.
Yani, kişilere kendini anlatmak her zaman öylesine zor gelmiştir ki bana. Herşeyden önemlisi yaşantıma yeni kişileri eklemek gibi bir niyeti hiç barındırmıyordu beynim.
Dünyanın bir ucunda seninle aynı duyguları paylaşan yada aynı zevki ve keyfi alan kişilerin olduğunu bilmek her zaman yetmişti bana.Bu kişilerin kim, nasıl olduğuyla ilgilenmek hiç aklıma gelmedi.
Hangi düşüncede olursanız olun, bazı şeylere çok fazla direnemiyorsunuz. Anlamsız da geliyor aslında direnmek,Ki insanoğlu her türlü olumsuzluğuna rağmen hiç bir canlı da olmayan özelliklere de sahiptir. Gücü elinde bulundurmak gibi...
O halde bu gücü elinde tutarak kendi istediğin biçimde zamandan ve zamanın beraberinde getirdiği nesnel koşullardan ayrı kalmadan kendince yol alabilirsin.
Yaklaşık bir aydır facebooktayım.
Kuşkusuz burası da benim çizdiğim yolda ilerleme kaydettiğinden şimdilik bir sıkıntısı yaşamadan, tam tersine unuttuğum, yada yaşamın anlamsız koşullarında geri planda kalmış şeyleri hatırlamak adına müthiş bir yer.
Örneğin; Konstantin Kavafis...
Nasıl severim bu şairi.
Ve bir baktım ki yıllardır bir şiirini okumamışım. Facebook ta karşımdaydı.
Tekrar hatırlamama sebep olan dünyanın herhangi yerindeki bu hiç bilmediğim tanımadığım insana teşekkürler.
Bir tanede benden olsun dedim:
Duvarlar
Aldırmadan, acımadan, utanmadan
Kocaman, yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.
İşte oturuyorum umutsuz
Bu yazgı kemiriyor beynimi, başka şey yok aklımda;
Yapacak neler vardı dışarda.
Ah, duvarları örerken nasıl görmedim onları?
Ne sesini duydum örücülerin, ne gürültüsünü.
Çıt çıkarmadan kapamışlar bana dünya kapılarını
Konstantin Kavafis
10 Haziran 2009 Çarşamba
Aynıysa herşey...
Hepimiz için yaşamımızda önemli rolü olan kişiler vardır.Hatta zaman zaman bu kişilerin başımıza gelebilecek en büyük mutluluk olacağına olan inancımızla onunla bütünleştiğimiz belki de dünyanın bir anlığına durduğunu hissettiğimiz o büyülü anlar da yaşanmıştır. Şanslı azınlıklardır bunları hissedebilenler.Neler yaşanacaksa yaşansın, iyi yada kötü, bunları yaşabilmekte çok güzeldir.
Onu tanıdığımda farklılığını hissetmemek olanaksızdı.Kelimeleri seçişindeki doğallık , kısa ve öz konuşması, kendinden emin ama ukalalığa hiç kaçmayan tavırları, her zaman anlatacak kısa bir öyküye sahip olması ve bunu gerektiği yerde ortaya koyması, herşeyiyle farklıydı.
Fiziksel özelliklerini hiç hesaba katmadan önce saygı uyandıran bilge kişiliği gülümsemesiyle bütünleştiğinde güneşten farksız bir etki bırakırdı insanda.
Çok değil bir kaç dakika sonra sadece bir konuda değil hemen hemen bir çok konuda konuşabileceğin tartışabileceğin bir bilgi birikimine sahip olduğunu hissettiğinde bu minicik bedende bu denli yoğun özellikleri toparlamış olmasına olan şaşkınlığınız geçtikten sonra garip bir saygı duyardınız.
Çok ta güzeldi bunun yanında.
Aşık olunabilecek ve el üstünde taşınacak özenle korunacak nadide varlıklardandı, bana göre tabii. Onu üzebilecek, birini düşünemiyordum, dünyanın en mutlu insanı olmalıydı , yine bana göre....
Hayal dünyası ve yaratıcılığı sınır tanımayan bir özellik taşıdığından onunla birlikte ders yapmak haftanın o günü ve saatini beklemek benim için önem kazanmaya başladığında, duygularımı bir kez daha gözden geçirdiğimde bunların bir öğretmenin öğrencisine duyduğu büyük sevgi ve hayranlık olduğunu tüm hücrelerimde hissettiğimde rahatladım ve bu bedenin içinde taşıdığı ruhu anlayabilme görevi verdim kendime.
Bu görevi kendi kendime vermekteki en büyük etkenlerden bir tanesi de sanat dünyasına saygın bir sanatçı yetiştirmiş olmanın kendimce mutluluğu da olacaktı tabii.
Ne kadar benciliz değil mi?
Bu kararımı ister istemez açıklamak gibi bir dürüstlük örneği de gösterdiğimde gülümseyerek kendisininde zaman zaman bencil olduğunu ve bunun çok doğal olduğunu söylediğinde, öğrenmenin her an her yerde ve her kişiyle olabilme gerçeğini bir kez daha görme eylemindeydim.
Ancak hayatımda ilk kez bir şaşkınlığı aynı dakikalar içersinde yaşadım. Bana dediki, sadece ne kadar yetenekli olduğumu sakın söylemeyin.
Benzer kelimeleri yada da cümleleri bir çok kişiye söylediğinizden eminim diye devam ederken bu anlamda yeteneğimi sadece hissettirin diye eklemeyi ihmal etmedi cümlesine.
Çok sonraları bu cümlesini belkide yaşamımın her alanında anlamaya çalışacaktım.İlk duyduğumda bir insanın dürüstçe bir isteği gibi algılamış ve şaşırmış olmama rağmen, çünkü insanlar övgüleri duymayı ister diye bilirdim,çok üstünde durmamıştım.
Hayatımıza öyle çok insanlar girip çıkıyor ki ve bu insanlar aynı kişiler olmasa da biz aynı kelimeleri kullanıyoruz.Aynı davranışları gösteriyoruz, sanki o kişilerin hepsi aynı kişiymiş gibi.
Hep" seni seviyorum " diyoruz mesela. Ya da "aşkım"
Mutlaka sevdiklerimizle fotoğraflarımız var, yer mekan belki aynı değil, belki de aynı...
Hemen hemen aynı hediyeleri veriyoruz sevdiklerimize...
Kişiye özel, sadece onun için farklı olacak yapabildiğimiz ne var?
Bu konuda beceriksiziz biliyorum, bunun farkındaydı bu güzel ruh, ve istemedi. Sadece hissettirin yeter diyebilecek kadar farkındaydı kendisinin.
Onu duyabilecek kulakların, görebilecek gözlerin olabilmesini hiç bir şeyi istemediğim kadar çok istediğimi hiç bilemedi, çünkü anlatamadım...Alışılmış davranış şekillerinin kurbanlarından bir tanesiydim bende.
Varsa çevrenizde böyleleri "susun" , "hiç bir şey yapmayın" Yapabileceklerinizden çok daha iyidir bunlar inanın.
Onu tanıdığımda farklılığını hissetmemek olanaksızdı.Kelimeleri seçişindeki doğallık , kısa ve öz konuşması, kendinden emin ama ukalalığa hiç kaçmayan tavırları, her zaman anlatacak kısa bir öyküye sahip olması ve bunu gerektiği yerde ortaya koyması, herşeyiyle farklıydı.
Fiziksel özelliklerini hiç hesaba katmadan önce saygı uyandıran bilge kişiliği gülümsemesiyle bütünleştiğinde güneşten farksız bir etki bırakırdı insanda.
Çok değil bir kaç dakika sonra sadece bir konuda değil hemen hemen bir çok konuda konuşabileceğin tartışabileceğin bir bilgi birikimine sahip olduğunu hissettiğinde bu minicik bedende bu denli yoğun özellikleri toparlamış olmasına olan şaşkınlığınız geçtikten sonra garip bir saygı duyardınız.
Çok ta güzeldi bunun yanında.
Aşık olunabilecek ve el üstünde taşınacak özenle korunacak nadide varlıklardandı, bana göre tabii. Onu üzebilecek, birini düşünemiyordum, dünyanın en mutlu insanı olmalıydı , yine bana göre....
Hayal dünyası ve yaratıcılığı sınır tanımayan bir özellik taşıdığından onunla birlikte ders yapmak haftanın o günü ve saatini beklemek benim için önem kazanmaya başladığında, duygularımı bir kez daha gözden geçirdiğimde bunların bir öğretmenin öğrencisine duyduğu büyük sevgi ve hayranlık olduğunu tüm hücrelerimde hissettiğimde rahatladım ve bu bedenin içinde taşıdığı ruhu anlayabilme görevi verdim kendime.
Bu görevi kendi kendime vermekteki en büyük etkenlerden bir tanesi de sanat dünyasına saygın bir sanatçı yetiştirmiş olmanın kendimce mutluluğu da olacaktı tabii.
Ne kadar benciliz değil mi?
Bu kararımı ister istemez açıklamak gibi bir dürüstlük örneği de gösterdiğimde gülümseyerek kendisininde zaman zaman bencil olduğunu ve bunun çok doğal olduğunu söylediğinde, öğrenmenin her an her yerde ve her kişiyle olabilme gerçeğini bir kez daha görme eylemindeydim.
Ancak hayatımda ilk kez bir şaşkınlığı aynı dakikalar içersinde yaşadım. Bana dediki, sadece ne kadar yetenekli olduğumu sakın söylemeyin.
Benzer kelimeleri yada da cümleleri bir çok kişiye söylediğinizden eminim diye devam ederken bu anlamda yeteneğimi sadece hissettirin diye eklemeyi ihmal etmedi cümlesine.
Çok sonraları bu cümlesini belkide yaşamımın her alanında anlamaya çalışacaktım.İlk duyduğumda bir insanın dürüstçe bir isteği gibi algılamış ve şaşırmış olmama rağmen, çünkü insanlar övgüleri duymayı ister diye bilirdim,çok üstünde durmamıştım.
Hayatımıza öyle çok insanlar girip çıkıyor ki ve bu insanlar aynı kişiler olmasa da biz aynı kelimeleri kullanıyoruz.Aynı davranışları gösteriyoruz, sanki o kişilerin hepsi aynı kişiymiş gibi.
Hep" seni seviyorum " diyoruz mesela. Ya da "aşkım"
Mutlaka sevdiklerimizle fotoğraflarımız var, yer mekan belki aynı değil, belki de aynı...
Hemen hemen aynı hediyeleri veriyoruz sevdiklerimize...
Kişiye özel, sadece onun için farklı olacak yapabildiğimiz ne var?
Bu konuda beceriksiziz biliyorum, bunun farkındaydı bu güzel ruh, ve istemedi. Sadece hissettirin yeter diyebilecek kadar farkındaydı kendisinin.
Onu duyabilecek kulakların, görebilecek gözlerin olabilmesini hiç bir şeyi istemediğim kadar çok istediğimi hiç bilemedi, çünkü anlatamadım...Alışılmış davranış şekillerinin kurbanlarından bir tanesiydim bende.
Varsa çevrenizde böyleleri "susun" , "hiç bir şey yapmayın" Yapabileceklerinizden çok daha iyidir bunlar inanın.
9 Haziran 2009 Salı
Cyrano de Bergerac/Edmond Rostand
Eseri bir kez daha okuma zamanı...
"İstemem Eksik Olsun"
Ya ne yapmak lâzımmış?
Sağlam bir dayı bulup çatmak sırnaşık gibi,
Bir ağaç gövdesini tıpkı sarmaşık gibi,
Yerden etekleyerek velinimet sanmak mı?
Kudretle davranmayıp hileyle tırmanmak mı?
İstemem eksik olsun!
Herkes gibi, koşarak,
Yabanın zenginine methiyeler mi yazmak
Yoksa nâzırın yüzü gülecek diye bir an
Karşısında takla mı atmak lâzım her zaman?
İstemem eksik olsun!
Ricaya mı gitmeli?
Kapı kapı dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
Yoksa nasır mı tutsun sürünmekten dizlerim?
Yahut eğilmekten mi ağrısın ötem berim?
İstemem eksik olsun!
Tazıya tut, tavşana
Kaç mı demeli? Belki kaz gelir diye bana
Tavuk mu göndermeli? Yoksa bir fino gibi
Susta durmak mıdır ki, acep en münasibi?
İstemem eksik olsun!
Bir kibar salonunda
Kucak kucak dolaşıp boy atmak ve sonunda,
Marifet şi’re koyup kameri, yıldızları,
Aşka getirmek midir, evde kalmış kızları?
İstemem eksik olsun!
Yahut şan olsun diye,
Meşhur bir kitapçıya giderek, veresiye
Şiir mecmuası mı bastırmalı? İstemem
Eksik olsun! Acaba bulup bir alay sersem
Meyhane köşesinde dâhi olmak mı hüner?
İstemem eksik olsun!
Bir tek şiirle yer yer
Dolaşıp ta herkesten alkış mı dilenmeli?
İstemem eksik olsun!
Yoksa bir sürü keli
Sırma saçlı diyerek göğe mi çıkarmalı?
Yoksa ödüm mü kopsun bir Allahın aptalı
Gazeteye bir tenkid yazacak diye her gün?
Yahut sayıklamak mı lâzım: “Adım görünsün
Aman!” diye şu meşhur Mercure ceridesinde
İstemem eksik olsun!
Ve tâ son nefesinde
Bile çekinmek, korkmak, benzi sararmak,bitmek,
Şiir yazacak yerde ziyaretlere gitmek,
Karşısında zoraki sırıtmak her abusun.
Eksik olsun istemem, istemem eksik olsun!
Fakat, şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya,
Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya,
Gören gözü, çınlayan sesi olmak ve canı
İsteyince şapkayı ters giymek, karışanı
Olmamak. Bir hiç için ya kılıcına veya
Kalemine sarılmak ve ancak duya duya
Yazmak, sonra da gayet tevazula kendine:
Çocuğum! Demek, bütün bunları hoş gör yine,
Hoş gör bu çiçekleri, hattâ bu kuru dalı,
Bunlar yabanın değil kendi bahçenin malı!
Varsın küçücük olsun fütuhatın, fakat bil,
Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil.
Ara hakkını hattâ kendi nefsinden bile.
Velhasıl bir tufeylî zilletiyle
Tırmanma! Varsın boyun olmazın söğüt kadar,
Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?
Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına
Boy ver, dayanmaksızın, yalnız ve tek başına!
"İstemem Eksik Olsun"
Ya ne yapmak lâzımmış?
Sağlam bir dayı bulup çatmak sırnaşık gibi,
Bir ağaç gövdesini tıpkı sarmaşık gibi,
Yerden etekleyerek velinimet sanmak mı?
Kudretle davranmayıp hileyle tırmanmak mı?
İstemem eksik olsun!
Herkes gibi, koşarak,
Yabanın zenginine methiyeler mi yazmak
Yoksa nâzırın yüzü gülecek diye bir an
Karşısında takla mı atmak lâzım her zaman?
İstemem eksik olsun!
Ricaya mı gitmeli?
Kapı kapı dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
Yoksa nasır mı tutsun sürünmekten dizlerim?
Yahut eğilmekten mi ağrısın ötem berim?
İstemem eksik olsun!
Tazıya tut, tavşana
Kaç mı demeli? Belki kaz gelir diye bana
Tavuk mu göndermeli? Yoksa bir fino gibi
Susta durmak mıdır ki, acep en münasibi?
İstemem eksik olsun!
Bir kibar salonunda
Kucak kucak dolaşıp boy atmak ve sonunda,
Marifet şi’re koyup kameri, yıldızları,
Aşka getirmek midir, evde kalmış kızları?
İstemem eksik olsun!
Yahut şan olsun diye,
Meşhur bir kitapçıya giderek, veresiye
Şiir mecmuası mı bastırmalı? İstemem
Eksik olsun! Acaba bulup bir alay sersem
Meyhane köşesinde dâhi olmak mı hüner?
İstemem eksik olsun!
Bir tek şiirle yer yer
Dolaşıp ta herkesten alkış mı dilenmeli?
İstemem eksik olsun!
Yoksa bir sürü keli
Sırma saçlı diyerek göğe mi çıkarmalı?
Yoksa ödüm mü kopsun bir Allahın aptalı
Gazeteye bir tenkid yazacak diye her gün?
Yahut sayıklamak mı lâzım: “Adım görünsün
Aman!” diye şu meşhur Mercure ceridesinde
İstemem eksik olsun!
Ve tâ son nefesinde
Bile çekinmek, korkmak, benzi sararmak,bitmek,
Şiir yazacak yerde ziyaretlere gitmek,
Karşısında zoraki sırıtmak her abusun.
Eksik olsun istemem, istemem eksik olsun!
Fakat, şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya,
Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya,
Gören gözü, çınlayan sesi olmak ve canı
İsteyince şapkayı ters giymek, karışanı
Olmamak. Bir hiç için ya kılıcına veya
Kalemine sarılmak ve ancak duya duya
Yazmak, sonra da gayet tevazula kendine:
Çocuğum! Demek, bütün bunları hoş gör yine,
Hoş gör bu çiçekleri, hattâ bu kuru dalı,
Bunlar yabanın değil kendi bahçenin malı!
Varsın küçücük olsun fütuhatın, fakat bil,
Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil.
Ara hakkını hattâ kendi nefsinden bile.
Velhasıl bir tufeylî zilletiyle
Tırmanma! Varsın boyun olmazın söğüt kadar,
Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?
Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına
Boy ver, dayanmaksızın, yalnız ve tek başına!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)