Varlık sebebimiz aynıdır işin başında. Anne ve babamızın bizden izinsiz merhabalaşması. Zaman içinde anlam kazanan yada kaybeden bir varlığım... Bu dünyaya bir çok insan geldi, içlerinde dahiler var, zır deliler, çapulcular... Ben hangisiyim? Ya sen?.... Bir de Shakespeare geldi, tanıdığım andan itibaren varlık sebebim oldu. Büyük ustaya sonsuza kadar saygıyla... Titus Andronicus
25 Aralık 2010 Cumartesi
23 Aralık 2010 Perşembe
Brigitte Carnochan
Brigitte Carnochan 1942 yılında Almanya Worms da dünyaya gelmiştir. 1947 yılında ise ailesiyle birlikte Amerikaya göç etmiş çok beğendiğim bir fotoğraf sanatçısıdır. Fotoğraf sanatçılığın yanı sıra resim de yapan sanatçı birbirinden değerli çalışmalarla dünya çapında haklı bir üne sahip sanatçılardandır.
Bilgisayar teknolojisi dünyadaki olanakların, kitap ve dergi yayınları fırsatlarının, hepsi heyecan verici bir gelecek vadeden dünyadaki fotoğrafçılarla bizi tanıştıran internet sitelerinin ve blogların heyecan verici olduğunu düşünüyorum."
21 Aralık 2010 Salı
Böyle Buyurdu Zerdüşt
10 Aralık 2010 Cuma
Anne Sexton
Sözcükler
Sözcüklere dikkat edin,
olağanüstü olanlarına bile.
Çünkü olağanüstü için yapabileceğimizin en iyisini yaparız,
kimi zaman sözcükler arı gibi sokarlar
ve bir öpücük bırakırlar iğne yerine.
Parmaklar gibi değerli olabilir sözcükler
Ve kaya gibi güvenilirdir sözcükler
kıçınıza sokarsınız onları.
Ama hem papatyalar hem de bereler gibi olabilirler.
Yine de severim sözcükleri.
Tavandan düşen güvercinlerdir sözcükler.
Dizlerimde oturan altı kutsal portakaldır onlar.
Sözcükler ağaçlardır, yaz'ın bacakları,
Ve güneş, ve onun tutkulu yüzü.
Ne var ki sözcükler sıklıkla yanıltır beni.
Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki,
Bir sürü öyküler, betimlemeler, atasözleri, vb.
Ama sözcükler yetersiz kalır,
yanlış olanları gelip öper beni.
Kimi zaman uçarım bir kartal gibi
ama bir çalıkuşunun kanatlarıyla.
Yine de sözcüklere dikkat etmeye
ve kibar olmaya çalışıyorum.
Sözcüklere ve yumurtalara özenle dokunmalı.
Bir kez kırıldılar mı olanaksızdır
Onarılmaları.
Yıldızlı Gece
“Bu beni dehşetli bir ihtiyaçtan alıkoymuyor – hadi söyleyeyim –dinden dinden.
Sonra gece dışarı çıkıp yıldızları resmediyorum”
Van Gogh'un kardeşine bir mektubundan
Şehir yerinde değil,
sıcak gökyüzünde boğulan bir kadın gibi
yükselip kayan karaşın bir ağaç dışında
Şehir sessiz, kaynıyor gece onbir yıldızla
Ah! yıldızlı yıldızlı gece!
Ben böyle ölmek istiyorum
Hareket halinde. Her biri canlı
Ay bile esniyor turuncu rengiyle
sürmek için çocukları, bir tanrı gibi, gözünden
Yaşlı ve esrarlı bir yılan yıldızları yutuyor
Ah! yıldızlı yıldızlı gece!
Ben böyle ölmek istiyorum:
Atılıp kollarına gecenin canavarının
O büyük ejderha tarafından yutularak
Hayatımdan kopmak istiyorum, izsiz işaretsiz
Ne bir dans
Ne bir ağlama.
Yalnız Masturbasyoncunun Baladı
İlişkinin sonu ölümdür hep.
Kadın atölyemdir benim. Kaypak gözlü,
kabilemin ve nefesimin dışında
gittiğini saptar. Korkuturum
sadık kalanları. Casusum ben.
Gecede yalnızım, yatakla evliyim.
Parmaklar kenetli, kadınımdır artık benim.
Çok uzakta değildir. Karşılaştığımdır.
Bir çan gibi çalarım O’nu. Üzerine çıktığın
o çardakta yaslanırım arkama.
Ödünç almıştın beni o çiçekli yayılışta.
Gecede yalnızım, yatakla evliyim.
Her bir bereketli çiftin süngerle tüyün üstünde
eklemlerle alt alta üst üste birlikte devrildiği
diz çöktüğü ve dürttüğü bu geceyi ele alalım mesela, aşkım.
Gecede yalnızım, yatakla evliyim.
Kopar bedenim böylece,
sıkıntılı bir mucize. Düş pazarında
sergileyebilir miydim?
Dağılırım. Çarmıha gererim.
Küçük eriğim demiştin.
Gecede yalnızım, yatakla evliyim.
Sonra kara gözlü rakibim geldi.
Suyun hanımı, doğrularak sahilde,
parmak uçlarında bir piyano, dudaklarında
utanç ve bir flütün hitabı.
Ve çarpık bacaklı katırtırnağıydım ben.
Gecede yalnızım, yatakla evliyim.
Kadının kelepir bir elbiseyi
raftan alması gibi aldı seni
ve taşın kırılması gibi koptum.
Kitaplarını ve misinalarını geri veririm.
Günün gazetesi evlendiğini yazıyor.
Gecede yalnızım, yatakla evliyim.
Oğlanlar ve kızlar birdir bu gece.
Açarlar döşlerini. İndirirler fermuarları.
Çıkarırlar ayakkabıları. Söndürürler ışığı.
Pırıltılı yaratıklar yalan doludur.
Birbirlerini yerler. Aşırı besilidirler.
Gecede yalnızım, yatakla evliyim.
Fotoğraflar; Brigitte Carnochan
5 Aralık 2010 Pazar
İrfan Korkmazlar
1962 yılında İstanbulda doğdu.
1984-1990 yılları arasında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümünde eğitim gördü.
İlk kişisel sergisini 1990 yılında İstanbul Vakko Sanat Galerisinde açan sanatçı, Ankara-İzmir Vakko, Artizan, Kızıltoprak, Fransız Kültür Merkezi, PG Art ve Pi sanat galerilerinde farklı temalar içeren 11 kişisel sergi düzenledi.
Sanat fuarlarına ve karma sergilere katıldı.
Bronz malzeme üzerine Dans ve İnsan, Kalkan ve Savaşçı, Balerin, Müzisyen, Yunus gibi, Ters Yüz Edilmiş İnsan Manzaraları, Tors ve Boğa Serilerini çalıştı.
Çalışmalarına Arnavutköydeki atölyesinde başlayan sanatçı, bir dönem sanat yönetmenliği de yaptı.
2000 yılında akademi eğitimine bir alternatif yaratabilmek, sanatı ulaşılabilir kılmak amacıyla Arnavutköy Zeynep Sanat Evini eşi ressam Zehra Özmeral-Korkmazlar ile birlikte kurdu.
Kelebek ve Dalgıç Giysisi adlı kitabı bir solukta okuduktan sonra "locked in" sendromunun pençesine düştü.
Doktorlar "Yaşama şansı yok" dedi bir şekilde sadece gözlerini kıpırdatarak yaşamaya devam etti.
Ve onu kaybettik, büyük bir kayıptır....
21 Kasım 2010 Pazar
Taşların Dili
Geçmişe ait izler beni büyülüyor.
Takip ettiğim toplum ve tarih blogu geçen gün yayınladığı " Kayıp Dillerin Fısıldadıkları " adlı yazısıyla içinden çıkmak istemeyeceğim bir zamana sürükledi beni...
Çoğu şeyler belkide içinde yaşadığımız çağdan çok daha ileri bir boyutta gibi duruyor. O çağda yaşamak istermiydim acaba? diye düşündüm bir an...
M.Ö 18 yüzyılda Sümer dilinde yazılmış bir aşk şiiri çok etkileyiciydi. Üstelik bu şiir Sümer kralı Şusin için bir kadın tarafından yazılmış.Her dönemde en baştaki olmak önem kazanmış gibi gözüküyor. İnanışa göre toprağın bereketini sağlayabilmek için senede bir kere bereket tanrıçası Inanna yerine bir rahibe ile evlenmesi gerekiyormuş kralın. İşte bu törenlerden birinde bir kadın tarafından yazılan aşk şiiri .
“Güvey kalbimin sevgilisi
Güzelliğin büyüktür, bal gibi tatlı
Arslan, kalbimin kıymetlisi
Güzelliğin büyüktür, bal gibi tatlı”
.......
“Beni büyüledin, önünde titreyerek durayım
Güvey, senin tarafından yatak odasına götürüleyim
Beni büyüledin, önünde titreyerek durayım
Arslan, senin tarafından yatak odasına götürüleyim”
Yerleşik düzene geçtiğimiz andan itibaren kadına ve erkeğe verilen roller fazla değişmemiş.
Bu yazı da en çok hoşuma giden şey de, evlenme cüzdanı oldu. Taşa çiviyle yazılmış bu belgede neler yazıyor , herkese mi verilirmiş, yoksa yüksek mevkidekilere mi? akla gelen ilk sorular bunlar ama 14 Ekim-31 Aralık tarihleri arasında Rezan Has Müzesinde bir çok şey sergilenecekmiş.
Bu evlilik cüzdanın da ne mi yazıyormuş?
“Puzurhaya Ubartum'u Eş olarak aldı.
Urmeme'nin oğlu Urdamu, Urdumuzida, Bulani, Urdumuzida'nın oğlu Alduga Tanık olarak Kral adına yemin ettiler”
Öyle ya da böyle bir şekilde insanlar kendilerine ait izleri bir şekilde bırakmışlar. Bu izlerden yola çıkarak ne kadar geliştiğimiz, yada diyalektiği zorlayarak gelişmediğimiz tartışılabilir.
Bence kaçırılmaması gereken bir sergi. Bir çok soruya cevap bulunabilir, yada tam tersi kafalar biraz daha karışabilir. Söz konusu insan olduğunda belirsizlik çok daha yoğun benim için.
7 Kasım 2010 Pazar
Acının Coğrafyası
kente kapandık kaldık tutanaklarla belli
sirk izlenimlerinden seçmen kütüklerinden
yüzlerimiz temmuzdan ötürü sallanır ve uzar
ve her köşe bir tuzaktır
birer darağacıdır her meydan saati
öğle vaktini kesinlikle gösteren
oysa hep güçlü dağları görmenin zamanıdır
çığlığım uzun uzun kalır içimde
yani güller giyinmiş bir adam nerde ben nerde
rüzgâr bir dirimi dört yöne bölerken tepelerde
ve gece duruşmasından yeni çıkmışken
sabahın terazisi eksik tartar gölgemi
artık öyle açık ki kuşkuya yer yok
kim gelirse gelsin acıya hep yer vardır
tutanaklarda duvar diplerinde ve bazı yerlerde
örneğin çukurova ve mekong köylerinde
acıdır ağacın gölgesini yapan
bunu herkes bilir
kutsal acı besleyen acı sütünü emiyoruz
yatıyoruz seninle terli döşeklerde
saati seninle kuruyoruz bir çalar saati
sen donatıyorsun kalbimizi
kalbimiz çoğu zaman yeterli ve ürkek
kendi çoğunluğunu kendi üreterek
kente kapandık kaldık iki cadde iki alan bir saat
mutsuzluk acıya varana kadar
artık yeminimiz bir tatar gölgesi gibi
öyle bir gölge ki belki çok dardır
kısa vakitlerinde aceleci akşamın
artık öyle açık ki kuşkuya yer yok
acıya hep yer vardır aramızda
dört cepli yeleğim aynı kolaylıkla taşır her şeyi
bozuk paraları da umutsuzluğu da
aynı kolaylıkla tutmuş gibi olurum
güneşin yedi renk ayasını
biliyor musun güçlü dağları görmenin zamanıdır
şimdi bir bağırsan çok iyi biliyorum
ya da üst üste silah atsan
kent tepinir belki bütün kuşlar uçar
belki değil mutlaka
ama
bir tanesi mutlaka kalır.
Turgut Uyar
Gabriel Marcel
Varoluşçu felsefecilerden Gabriel Marcel gerçekten ilgi çekici bir düşünür.
Katolik inancı seçerek ona bağlanan ve tanrı tanıyan bir varoluşçu.
Bazı düşüncelerine katılmadan edemiyorum. Ona göre paramparça bir dünyada yaşıyoruz. İnsan sosyal yaşamda bir vida haline gelmiş. İnsanlar, istatiksel sayılar haline getiriliyor. Böyle bir dünyada sahip olmak, varolmaktan daha önemli hale getiriliyor...
Marcel'e göre bağlanılacak biricik varlık Tanrı'dır. Doğal olarak ona bağlandığında sadakat gerekecektir. Sadakatı uyuşuk bir boyun eğme gibi ele almıyor.
Ve ister istemez sadakatı bir şekilde yerine getirirken alınan hazla yaşama daha sıkı tutunabilirsin, demeye getiriyor...
Kısacası 1889-1973 yılları arasında yaşamış bu düşünür mutluluğu inanmakta bulanlardan. Yaşamı nasıl geçmiştir, mutlu mu, mutsuz mu? pek bilemiyorum ama bazı cümleleri ilgi çekici...
"Sır; benim içimde olan ve bu nedenle de bütünlüğü ile benim karşıma konulamayan şey. Ben nasılsam, içimdeki sırra örülmüş biçimdeyim. Önemli olan, sorunu aşmak ve sırra doğru yol alabilmek."
"İyilik; gelecekte olacak her şeyin iyi olacağı beklentisidir."
Düşüncelerini okudukça mutlu olduğuna karar veriyor gibiyim. İşte bu aşamada başka bir düşünce beynimi kemirmeye başlıyor.
Asla mutlu olamayacağım...
7 Ekim 2010 Perşembe
Osho
Bana göre doğu nun en büyük düşünürlerinden biridir Osho...
Hayrete düştüğümde beni silkeleyen ve kendime getiren adam...
Yüreğime bir sancı saplandığında sanki o yüreği eline alıp sarıp sarmalayan bir el...
Sözleriyle ısındığım bir düşünür...
Acılı bir günümde onun cümleleri aklıma geldiği için oluşturduğum bu blog aslında onu yakından bilenlerin çok kolaylıkla görebileceği gibi zaman kavramının hiçe sayıldığı,kendi varoluşumun deneyselliğinin bir karalaması,alışagelmiş tüm geleneklerden arınmış bir tarz yaratma telaşı adına bireysel bir çıkış noktasıydı.
Bu çıkış noktasına sonuna kadar sadık kalacağım.
Belki anlaşılmayacağım, yada yanlış anlaşılacağım, ama Osho dan aldığım enerjiyle tutunmaya çalıştığım bu dünyada gülümsemeye onun istediği gibi devam edeceğim.
Osho dan bir alıntı;
Bir söz senin içine işlediği zaman, zihninde farklı bir iklime, farklı bir yaklaşıma, farklı bir vizyona neden olur. Aynı şeye başka bir isimle hitap et, ve göreceksin: Bir şey hemen değişir. Duygusal kelimeler var ve zihinsel kelimeler var. Zihinsel kelimeleri gitgide bırak. Daha ve daha da çok duygusal kelimeleri kullan. Politik kelimeler var ve dinî kelimeler var. Politik kelimeleri bırak. Hemen çatışma yaratan sözler var. Sen onları söylediğin an, münakaşa olur. Öyleyse asla mantıksal, tartışmacı dili kullanma. Sevginin, şefkatin, aşkın dilini kullan; böylece münakaşa olmaz.
Eğer kişi bu yönde farkında olmaya başlarsa, olağanüstü bir değişimin meydana geldiğine tanık olur. Eğer kişi yaşamda biraz dikkatli olursa, birçok ıstırap önlenebilir. Bilinçsizce kullanılan tek bir kelime uzun bir mutsuzluk zinciri yaratabilir. Ufacık bir değişim, sadece çok küçük bir dönüş ve o, birçok fark yaratır. Kişi çok dikkatli olmalı ve mutlaka gerekli olduğu zaman kelimeleri kullanmalıdır.
Bulaşık kelimelerden kaçın. Taze, tartışmaya yol açmayan, tartışmacı değil ama doğrudan senin duygularının ifadesi olan kelimeleri kullan. Şayet kişi bir kelime uzmanına dönüşebilirse, kişinin bütün hayatı tümüyle farklı olacaktır. Eğer ki bir söz ıstırap, kızgınlık, çatışma, ya da tartışmaya neden oluyorsa, bırak onu. Onu taşımanın ne anlamı var? Onu daha iyi bir şeyle değiştir. En iyisi sessizliktir. Sonraki en iyiler ise şarkı söylemek, şiir, aşktır...
21 Eylül 2010 Salı
Comte de Lautréamont
...kahrolası bir yüzyılın içine düşmüştü bir kere...
Aklımdan hiç çıkmayan edebiyatçılardan bir tanesidir Comte de Lautréamont. Gerçek adı Isidore Lucien Ducasse olan bu Uruguay doğumlu edebiyatçı 1846 yılında dünyaya gelmiş ve ne yazık ki çok genç bir yaşta 1870 de intihar ederek hayatına son vermiştir.
Fransız edebiyatının en aykırı edebiyatçılarından biridir. Sürrealizm kokan eserleriyle kısa yaşantısında önemli izler bırakmıştır.
En önemli eseri Maldoror'un Şarkılarıdır.Maldororun Şarkıları, gerçek üstü figürler ve olgular içeren, tanrıya başkaldıran ve insanın daha çok hayvansı yönlerini anlatan düzyazı-şiir tarzı bir kitaptır.
Çağını kabul etmekte zorlanan bu yetenekli edebiyatçının dünyaya kendi eliyle hoşçakal demesini anlayabilmek hiç te zor değil. Onun yazılarını okurken hiç bir şeyin değişmediğini görmek, bilmek çok daha acı verici aslında.
Maldoror'un Şarkılarından bir bölüm;
Gece yarısı....
Bastille den Maddelein e, görünürde tek bir atlı tramvay bile yok...
Yanılmışım; işte bir tane! Ansızın öyle, yerden biter gibi görünüverdi.
Yaya kaldırımında evine gidecekmiş birkaç kişi, durup baktılar. Bakılmayacak gibi de değil ki...bir acayip. Üst katında donuk bakışlı, bayat balık gözlü bir alay adam sıkış sıkış oturmuşlar. Bin tanık ister yaşadıklarına. Gene de belediye buyruklarına uygundu sayıları, kılı kılına ama olsun.
Arabacı atlara bir kırbaçtır, şaklattı... Kırbacı kolu değil de, kolunu kırbaç savurdu sandım.
Neydi, neyin nesiydi bu dilsiz garip kuşlar? Aydan mı inmişlerdi, ne? Olmaz olmaz, her şey olur. Ama iskeletleri andırıyordu daha çok.
Tramvay depoya vaktinde yetişmek için olacak, dolu dizgin gidiyordu... Öyle bir kaçıyordu ki... Ama ardından tozlar içinde bir yumru ölesiye koşuyor, düşe kalka kovalıyordu onu..."Durun, yalvarırım size n'olur, durun!...ayaklarım şişti yürüye yürüye bütün gün...dünden beri bir şeycik yemedim...sokakta bıraktı beni anam, babam...n'apıcağımı şaşırdım...eve döneyim istiyorum bir an önce...beni de alın tramvaya,sığınırım bir köşeciğe...çocuğum daha, yeni bastım sekizime...beni böyle bırakmayacaksınız değil mi?" Öyle bir kaçıyor, öyle bir kaçıyordu ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde bir yumru ölesiye koşuyor, düşe kalka kovalıyor onu...
Ölü gözlülerden biri yanındakine bir dirsek vurdu, kabak tadı verdi bu yaygara der gibilerde. Kulağı tırmalandı herhal. Öbürü haklısın demeye, belli belirsiz başını eğdi, derken kabuğuna çekilen bir kaplumbağa gibi bencilliğinin döşeğine yumuldu yeniden. Bütün yolcuların yüzünden aynı hoşnutsuzluk akıyordu.
Çığlıklar tizleşirken gitgide, bir iki dakika daha duyuldu.
Caddeye bakan pencereler açıldı birer ikişer. Elinde bir lamba, bir gölge belirdi camlardan birinde, bir göz attı aşağıya, şırak diye kapattı pencerenin kanadını. kapanış o kapanış...Öyle bir kaçıyor, öyle bir kaçıyordu ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde bir yumru ölesiye koşuyor,
düşe kalka kovalıyordu onu...
Bu taştan adamlar arasında bir delikanlı, tek bir o, belli, üzülüyordu çocuğa. Çöp gibi bacaklarıyla tramvaya yetişeceğim diye yırtınan yavruyu koruyamıyor, ağız açamıyordu ki; bunca göz dikilmiş üstüne, hayın hayın bakıyorlardı, karşı gelemezdi ki topuna birden. Dirseklerini dizine dayamış, başı iki elinin arasında, insanlık dedikleri bu mu? Diye aval aval düşünüyordu. Dank etti kafasına, boş laf olduğu bunun, şiirde bile geçmez olmuştu. Anladı yanlışını." Ne olacak dedi kendi kendine, alt tarafı yumruk kadar bir çocuk!" Gene de tutamadı kendini, öyle şey mi olur gibilerde pırıl pırıl bir gözyaşı delikanlının yanağından aşağı yuvarlanıverdi. Gözlerine götürdü elini, kara bir bulutu aklından silmek istermiş gibi. Çırpınıyordu ama, boşuna; kahrolası bir yüzyılın içine düşmüştü bir kere. Ne işi vardı orada? Ne yapsa ne etse kurtulamıyordu. Köleliğin en çekilmezi, alınyazılarının en korkuncu!
Lombano o gün işte kanım kaynadı sana. Öbür yolcuların arasında, vurdumduymazlıklar içinde otururken gözümü ayıramadım senden. Delikanlım,ayağa kalktın birden, öfkelendin de; istemeyerek bile olsa, böylesine aşağılık bir harekete katılmamak için çekip gitmeye davrandın. Bir işaret çaktım, yanıma oturttum seni.
Öylesine kaçıyor, öylesine kaçıyor ki tramvay...Ama ardından tozlar içinde bir yumru ölesiye koşuyor, düşe kalka kovalıyor onu. Ansızın kesildi çığlıklar. Bir tümseğe takıldı ayağı, yuvarlandı çocuk, taşa çarptı başını, bayıldı...Görünmez oldu tramvay, çıt çıkmıyordu upuzun caddede.Öylesine kaçıyor, öylesine kaçıyor ki tramvay...Ama ardından tozlar içinde bir yumru koşmuyordu artık, düşe kalka kovalamıyordu onu.
Şu paçavracıyı gördünüz değil mi? Elinde kötü bir lamba, bu yana geliyor hani. Bakın, kaldırıyor çocuğu, evine götürecek, tımar edecek yarasını, yiyecek verecek, yatırıp uyutacak, anası babası gibi değil, bir daha sokakta bırakmayacak onu.
Öylesine kaçıyor, öylesine kaçıyor ki tramvay... Ama ardından tozlar içinde, paçavracının bakışları ölesiye koşuyor, kovalıyor onu...Hay budalalar, ahmaklar takımı, böyle ettiğine bin pişman olacaksın. Görürsün sen, nasıl, ama nasıl pişman edeceğim seni. Yemeyip içmeyip gece gündüz şiirlerimde insan denen bu yırtıcı hayvanla, marifet yapmış gibi onu yaratan tanrıyı yerin dibine batıracağım. Şiir üstüne şiir, kitap üstüne kitap, son nefesime dek işim gücüm bu olacak. Burnundan getireceğim senin.
Türkçesi; Can Yücel
25 Ağustos 2010 Çarşamba
Geveze Yürek
Takip ettiğim dolandagel sitesinde gerçekten son derece ilginç bir konuya değinilmişti. Max Aub un cinayet işleyenlerin nedenlerini itiraf ettikleri "Örnek Suçlar" adlı kitabı kapsamında aslında insana ait gerçekler irdeleniyordu.
İlgilenenler konuya aşağıdaki linkten ulaşabilir.
Örnek Suçlar.
Bu konudan sonra ister istemez suç ile ilgili düşünceler beynimde dolanmaya başladı. Suç un anlatılanlardan yola çıkarak bir belirginliği var gibi gözükmesine rağmen ben yine de suç un belirsizliği olduğu düşüncesini kafamdan atamıyorum.
Çoğunlukla suç konusu hemen heryerde karşımıza çıkmasına rağmen en fazla sanatta özellikle edebiyatta ele alınıyor gibi gelmiştir bana her zaman.
Suç tartışılacak bir kavramdır ve kesin çizgilerle tanımlanacak bir şey değildir bana göre. Doğal olarak suçun gerçek anlamda tanımlanamaz olgusu ve içinde başka gerçekleri de barındırması edebiyat için en fazla kullanılacak konunun başında gelecektir.
Tüm edebiyatçılar bir şekilde suç konusunu işlemiştir.Suçun göreceli yapısı ister istemez iştah kabartan bir konu olmasını sağlıyor.
İnsanı tanımlarken iyi, güzel yaratıcı, gibi kavramlardan yola çıkıldığında yine insana ait eksikliklerin bir şekilde anlatımı ister istemez iştah kabartacaktır.
Tüm edebiyatçıların bu konudaki yaklaşımlarını buraya dökmek olanaksız. Hayatımda hep çok önemli bir yeri olan Edgar Allan Poe ve onun eserleri bir kez daha bu yazı dizisinden sonra önem kazandı benim için.
Edgar Allan Poe nun "Geveze Yürek" adlı öyküsü son derece ilginç bir öyküdür. Öyküyü okurken tıpkı Örnek Suçlar da olduğu gibi sıradan hatta neredeyse suçun yada cinayetin diyelim eğlenceli ve güzel tarafı ortaya konulur.
Okurken sonuçta bir kişinin kurgulaması dediğimiz bir şey Örnek Suçlar la tamamiyle gerçeğe dönüştüğünde şaşkınlığımı anlatmanın imkanı yok.
"Geveze Yürek"te insana ait kötü olguların nedenlerini bulamazsınız. Sadece bir insanın yaptıklarını sıradan bir iş yaparcasına sunuluşuna şahit olursunuz.
Kitaptan okuduğumuz da bu bir edebi eser belkide bir şahaser olarak kabul edilirken, normal hayatımızda gördüklerimiz yada duyduklarımız birer suç olarak ve daha da önemlisi kötü olarak karşımıza çıkar.
İlginç doğrusu....
Neyse Edgar Allan Poe nun "Geveze Yürek " öyküsünü buraya alarak düşünmeye devam edeceğimi söyleyebilirim.
GEVEZE YÜREK
Doğru!Çok ama çok sinirliydim ve hala da öyleyim;ama deli olduğumu da nereden çıkarıyorsunuz? Hastalık duyularımı keskinleştirmişti,onları yok etmiş ya da köreltmiş değil.Ve hepsinin üstünde de işitme duyum güçlenmişti.Yeryüzünde ve cennetteki herşeyi duyuyordum. Ve cehennemdeki pek çok şeyi de.Öyleyse nasıl deli olabilirim ki?Dinleyin! Dinleyin ve görün hikayenin tümünü ne kadar sakinlikle ve sağlıkla anlatacağım sizlere.
Fikrin beynime ilk nasıl girdiğini söylemek imkansız; ama bir kere oraya yerleşti ve gece olsun gündüz olsun bir daha peşimi bırakmadı.Elde etmek istediğim birşey yoktu.Tutkudan eser yoktu.Yaşlı adamı severdim.Bana karşı bir haksızlık yapmamıştı.Bir kere olsun hakaret etmemişti.Altınlarını istemiyordum.
Bence tek neden gözüydü, evet evet, mutlaka oydu!Gözlerinden biri bir akbaba gözüne benziyordu -üzerine bir tabaka inmiş olan soluk mavi bir göz.Göz bana baktı mı, kanım buz kesiyordu ve ben de - ama çok yavaş olarak- yaşlı adamın canını almaya, böylece o gözden sonsuza kadar kurtulmaya karar vermiştim.
Burası önemli işte.Siz beni deli sanıyorsunuz.Deliler hiçbirşey bilmezler.Ama siz bir de beni göreceksiniz.Nasıl akıllıca davrandığımı, nasıl tedbirli olduğumu, nasıl bir öngörüşle, nasıl bir ikiyüzlülükle çalıştığımı göreceksiniz!Yaşlı adama hiç olmadığı kadar iyi davrandım kendisini öldürmeden önceki hafta içinde.Ve her gece, saat gece yarısına yaklaşırken, kapısının mandalını kaldırıp kapıyı hafifçe ama çok hafifçe araladım.Başımı sokabileceğim zaman da dışarı hiç ışık sızdırmayacak kadar her tarafı kapalı bir feneri, ardından kafamı içeri sokuyordum.Başımı ağır ağır oynatıyordum yaşlı adamın uykusunu bozmamak için.
Hah!Bir deli bu kadar akıllı olabilir miydi?Ve sonra, başım odaya iyice girince feneri dikkatle (fenerin menteşeleri gacırdardı çünkü) çok büyük bir dikkatle açıyordum bir tek ışık huzmesi o akbaba gözüne düşene kadar.Bunu yedi uzun gece yaptım -ve hemen her gece, gece yarısına yakın bir saatte ama göz hep kapalıydı; işi yapmak imkansızdı bu nedenle; işi yapamıyordum, çünkü beni öylesine çileden çıkaran şey yaşlı adam değil, onun o Kem Gözü'ydü.Her sabah gün ışıyınca büyük bir yüreklilikle odaya giriyor, onunla çekinmeden konuşuyor, neşeli bir sesle adını söylüyor, geceyi nasıl geçirdiğini soruyordum.Gördüğünüz gibi her gece saat tam on ikide uykudayken kendisine bakmakta olduğumu anlaması için çok bilge bir yaşlı adam olması gerekirdi.
Sekizinci gece kapıyı açmakta her zamankinden biraz daha dikkatli davrandım.Bir saatin yelkovanı bile benim elimden daha hızlı hareket ederdi.O geceden önce kendi gücümün, kendi aklımın sınırlarını böylesine hissedememiştim.
İşte oradaydım, kapıyı ağır ağır açıyordum ve o benim gizli düşüncelerimi ya da emellerimi rüyasında bile göremiyordu.Bu fikir beni neredeyse kıs kıs güldürecekti; ve belki de o beni duydu ki sanki irkilmiş gibi yatağında birden kıpırdandı.Benim geri çekildiğimi sanabilirsiniz -ama hayır.Odası zifiri karanlıktı (çünkü hırsız korkusuyla pancurlar sıkı sıkı kapatılmıştı) ve bu yüzden onun kapının aralandığını göremeyeceğini biliyordum.Bunun için de yavaş yavaş açmaya devam ettim.
Başımı içeri sokmuş, tam feneri açıyordum, tam parmağım teneke kapağına değmişti ki yaşlı adam birden yattığı yerde doğruldu ve "Kim var orada?" diye seslendi.
Ben hiç kıpırdamadan durdum ve ağzımı açmadım.Bir saat boyunca kılımı bile kıpırdatmadım, ama bu süre içinde de yattığını duymadım.Hala yatağın içinde oturmuş dinliyordu: benim geceler boyunca yaptığım gibi duvardaki ölüm gözcülerine kulak dikiyordu.
Bir süre sonra hafif bir inilti duydum ve bunun ölümcül korkunun iniltisi olduğunu anladım.Bu bir acının ya da üzüntüsünün iniltisi değildi -ah, hayır!- Bu insanın ruhu dehşetle dolduğunda ta içinden kopan o boğuk sesti.Pek çok gece, tam da gece yarısında, bütün dünya uyurken bu ses benim de göğsümden yükselmiş, o korkunç yankısıyla beni şaşırtan korkuları daha da derinleştirmişti.
Onu iyi tanırdım.Yaşlı adamın neler hissettiğini biliyor, kalbimden gülmekle birlikte ona acıyordum.Yatakta dönmesine neden olan o ilk hafif sesten bu yana uyanık yattığını biliyorum.O zamandan beri içindeki korkular büyüyüp durmaktaydı.Onların anlamsız olduğunu düşünmeye çalışıyor, ama başarılı olamıyordu.Kendi kendine şöyle diyordu: "Bacadaki rüzgarın uğultusundan başka birşey değil," "odada gezinen bir fare olmalı," ya da "bir kere cırcırlayıp susan bir çekirge." Evet, kendisini bu varsayımlarla rahatlatmaya çalışıyordu, ama hepsinin boşuna olduğunu görmüştü.Hepsi boşunaydı; çünkü kendisine yaklaşan Ölüm önüne kara gölgesini düşürmüş ve kurbanını sarmıştı.Görüp duyamıyorsa da başımın odanın içindeki varlığını hissetmesine neden olan şey o farkına varılmamış gölgenin hazin etkisiydi.
Büyük bir sabırla uzun bir süre bekleyip de yattığını duymayınca fenerin kenarını hafifçe, ama çok hafifçe aralamaya karar verdim.Ve açtım -bunu ne kadar yavaş yaptığımı hayal bile edemezsiniz -sonuda bir örümcek ağının teli gibi bir tek incecik ışık aralıktan fırladı ve gidip akbaba gözünün tam üstüne vurdu.
Göz açıktı, hem de ardına kadar açık ve ben ona baktıkça çılgına dönüyordum.Onu tam bir berraklıkla görüyordum -mat mavi ve üzerinde iliklerimi donduran o çirkin perde; yaşlı adamın yüzünü ya da başka bir yerini göremiyordum, çünkü sanki güdüsel olarak ışığı tam da o lanet noktaya doğrultmuştum.
Size sizin çılgınlık sandığınız şeyin duyuların aşırı hassaslığı olduğunu söylememiş miydim? Şimdi de kulağıma bir saatin pamukla sarılı olduğu zaman çıkardığı sesi andıran hafif, hızlı ve kunt bir ses geldi.O sesi de çok iyi biliyordum.Bu yaşlı adamın kalbinin çarpmasıydı.Davulların dövülmesi askere cesaret vermesi gibi bu seste benim öfkemi kat kat artırdı.
Ama yine de kendimi tutup sesimi çıkarmadım.Soluk bile almaktan çekiniyordum.Feneri hiç kıpırdatmadan tutuyordum.Işığı gözü üstünde hiç titretmeden tutmayı denedim.Bu arada kalbin o cehennemsi tıkırtısı giderek artıyordu.Her an biraz daha hızlı, biraz daha gürültülü takırdamaktaydı.Yaşlı adamın korkusu müthiş olmalıydı!Her an biraz daha artıyordu diyorum anlıyor musunuz, her an biraz daha artıyordu.
Size sinirli olduğumu söylemiştim, gerçekten de öyleyim.Ve şimdi gecenin bu yarısında, o eski evin ürkütücü sessizliğiarasında böylesine garip bir ses beni de kontrol edemediğim bir dehşete düşürecek kadar heyecanlandırmıştı.Yine de birkaç dakika daha kendimi tutup kıpırdamadan durabildim.Ama kalp atışları giderek artıyordu.Kalbimin çatlayacağını sandım.
Şimdi de yeni bir korku almıştı beni:sesi komşulardan biri duyabilirdi!Yaşlı adamın saati gelip çatmıştı!Bir çığlık atarak feneri iyice açtım ve odanın ortasına atladım.Adam bir kere bağırdı -sadece bir kere. Ve bir anda onu alaşağı edip yatağı üzerine çektim.Sonra da bu işin bu kadarını bitmiş görünce sevinçle gülümsedim.Ama kalp boğuk bir sesle daha dakikalarca atmaya devam etti.Ancak buna kızmamıştım; bu ses duvarın ötesinden duyulmazdı.Sonunda o da kesildi.Yaşlı adam ölmüştü.Yatağı çekip cesedi inceledim.Evet, ölmüştü, taş kesilmişti.Elimi kalbin üzerine koyup birkaç dakika öylece tuttum.Kalp çarpmıyordu.Ölmüştü.Gözü artık beni rahatsız etmeyecekti.
Beni hala deli sanıyorsanız, cesedi saklamak için aldığım bilgece önlemleri anlattıktan sonra hiç de deli olmadığımı anlaayacaksınız.Gece ilerliyor, ama ben çabuk ve sessizce çalışıyordum.Önce cesedi parçalara ayırdım.Başını, kolarını ve bacaklarını kestim.
Sonra odanın döşemesinden üç tahta söktüm, hepsini altındaki boşluğa yerleştirdim.Sonra tahtaları öylesine ustalıkla, öylesine beceriyle yerleştirdim ki, hiçbir insan gözünün -hatta onunki bile- bir yanlışlık göremezdi.Yıkayacak herhangi birşey yoktu - ne bir leke ne bir kan izi.Çok dikkatli davranmıştım.Hepsini bir leğene akıtmıştım çünkü.
Bu işleri bitirince saat dörde gelmişti ve dışarısı hala gece yarısı kadar karanlıktı.Çan saati çalınca sokak kapısı vuruldu.Kalbim ferah olarak aşağı kapıyı açaya indim -korkacak neyim vardı ki?İçeri giren üç adam büyük bir nezaketle kendilerini polis memuru olarak tanıttılar.Geceleyin komşulardan biri bir çığlık duymuştu; bir kötülük yapıldığı kuşkuları uyanmış, karakola haber verilmişti ve kendileri de evi aramak üzere gönderilmişlerdi.
Gülümsedim -korkacak neyim vardı ki?Beylere içeri girmelerini söyledim.Çığlığı gördüğüm bir rüya sırasında ben atmıştım. Yaşlı beyefendi köye gitmişti.Ziyaretçilerime evi gezdirdim.Her tarafı aramalarını, hem de iyice aramalarını söyledim.En sonunda da onları yaşlı adamın odasına götürdüm.Adamın el sürülmemiş hazinelerini gösterdim.Kendime güvenimin heyecanıyla odaya iskemleler getirdim, yorgunluklarını orada geçirmelerini istedim ve ben de bu kusursuz başarımın verdiği çılgın cesaretle kendi iskemlemi kurbanımın cesedinin yattığı noktanın tam üstüne yerleştirdim.
Memurlar tatmin olmuşlardı.Davranışım onları ikna etmişti.Ben olağanüstü rahattım.Onlar otururken ben neşeli bir tavırla sorularını yanıtlıyordum, onlar da havadan sudan söz ediyorlardı.Ama çok geçmeden sarardığımı hissettim ve artık gitseler diye düşünmeye başladım.Başım ağrıyordu, kulaklarımda bir çınlama olduğunu sandım; ama polisler hala oturmuşlar, çene çalmaya devam ediyorlardı.Çınlama giderek daha da belirginleşti: hem devam ediyor hem de belirginleşiyordu.Bu duygudan kurtulmak için daha serbestçe konuşmaya başladım ama çınlama devam edip belirginleşmeyi sürdürdü.Sonunda sesin kulaklarımın içinde olmadığını anladım.
Artık sapsarı kesildiğim kuşkusuzdu; ama daha rahat ve biraz daha yüksek sesle konuşuyordum.Yine de ses yükseliyordu - elimden ne gelirdi ki?Bir saatin pamukla sarılı olduğu zaman çıkardığı sesi andıran hafif, hızlı ve kunt bir sesti bu!Soluk almakta güçlük çekiyordum, ama memurlar sesi henüz duymuş değillerdi.Daha hızlı konuşmaya, daha yüksek sesle konuşmaya başladım -ama ses de giderek artıyordu.Ayağa kalktım, önemsiz konularda elimi kolumu sallayarak, sesimi yükselterek tartışmaya başladım.Ama ses giderek artıyordu.Hiç gitmeyecek miydi bunlar?
Sanki adamların sözlerine öfkelenmiş gibi ayaklarımı vurarak odanın içinde gezinmeye başladım -ama ses giderek artıyordu.Tanrım! Ne yapacaktım şimdi?Öfkeden küplere bindim, bağırdım çağırdım, küfürler yağdırdım!Oturduğum iskemleyi kapıp yerde sürükledim, ama ses hepsinin üstündeydi ve giderek de artıyordu.Daha yüksek -daha yüksek- daha da yüksek!Ve memurlar hala keyifle konuşup gülüşüyorlardı.Onların sesi duymamış olmaları mümkün müydü?Tanrım! Olamaz, olamaz! Duymuşlardı -kuşkulanıyorlardı!Biliyorlardı! Benim korkumla alay ediyorlardı!Bunları düşündüm hep! Ama her şey bu ıstıraptan iyiydi! Bu alay edilmekten iyiydi her şey! O yalancı gülümsemelere daha fazla tahammül edemeyecektim!
Çığlıklar atmalıydım ya da ölmeliydim! Ve şimdi- bir daha! Dinleyin bakın! Daha yüksek! Daha yüksek! Daha da yüksek işte!
"Alçaklar!" diye bağırdım."Kesin bu alayı artık! Suçumu itiraf ediyorum! Kaldırın şu tahtaları! İşte burada, tam burada!Onun o çirkin kalbinin vuruşlarıdır bu duyduklarınız!"
22 Ağustos 2010 Pazar
Harpya - Raoul Servais 1979
Will Spoor Man
Fran Waller Zeper Harpy
Sjoert Schwibethus ... Assailant
Original Music by
Lucien Goethals
Cinematography by
Raoul Servais (animation)
Walter Smets
Aman saves an "interesting" type of bird's life and takes it to his home. But the bird (or bird like human or whatever) slowly starts to ruin the man's freedom to eat or to go outside. All the food is eaten by the so called "bird" and while the man is trying to escape, bird eats his lower part of the body. With the help of a phonograph, he manages to escape from the house but cannot escape from his destiny.
This 9 minute masterpiece has used the animation techniques very smartly although it has been done in 1979. The idea was not explained with cliché techniques either. From the film I understood that a man who helps another might dig his own grave by doing this. cause the one whom you have helped may not help you back. besides he/she can even harm you. so I think this short film was arguing whether one should be individualistic or not (with a pessimistic view.
A must see for all short film and animation addicts.
21 Temmuz 2010 Çarşamba
İlk Susan
Senin için yazmamış olduğum bütün aşkları, yeniden, baştan, yazmayı istedim. Sana.. hepsi senin olacaktı... Suçunu kimseye yükleyemem bir aşk sabahı yoluna çıkışımı. Gözyaşları ardına süzülen dünyaların kırık titrekliği ile eriyordun ışıkta. Işıklaşıyordu kapkara saçların. Başın önüne eğikti ve daha seni bilemeden, yüzünün yeniliğinde susmağa başladım. Üç defa ışıktan çalmak istedim seni.. bir kolun, bir koltuğun, bir elin kavrayışında. Üçüncüde ben kasıldım. Sense denizle ışığın boğuştuğu yerdeydin. Kış henüz geriniyordu; ötende nisanlaştı. Mevsimler uzunluğunca peşinden geldim.
Susuyordum hep. Ama, yanına gelip, durduğumu, durup durup daldığımı, senin için söylediğim sözleri yanındakilere dönerek söylediğimi fark etmişsindir. Bir deniz kenarında, bir gün köprü üstünde, bir de kof bir lodosun çalkantısındaki güvertede, bakıp gülmüştün. Susuyor, anlıyor ve gene susuyorsun sanmıştım.
Bir gün bir çocukluk resmini çıkardın bir kitabının içinden; kokulu, kırışmış. Aldım.. konuştuk. O zaman, nihayet çözülebilen iplerini gerisinde sürüyerek açılan bir sal gibi, arzuyu attığımı duydum. Gecesi, bir elektrik feneri altında, gözüne kaçan bir kirpikle uğraştım. Başını, öylece durgun ve boş, önüme uzatan ikinci çocuk oluyordun. Kirpiği çıkardıktan sonra bir an bakmıştım kapalı gözlerine. Başlarımızın arasından rüzgâr güç süzülecek oldu. Nefeslerimiz, nefesimiz ondan kuvvetli idi. Açılan gözlerinde iki yumuşak fener gördüm. Karanlıkta güneş titredi; deniz, sayısız hayvan yıllarının sesiyle uğuldadı... Uzaklaştın. Ayrıldık. Yürüdün ışığın altından. Ardında asfalt, ışıkla beraber eriyordu adımlarının içinden, sessizlikte.
İşte o zaman seni, aşılmak istenmeyenin, kendi kendince diretilenin en büyük aşkında, vermemeğe mahkûm ettim. Saçlarının rüzgârı, derinin yıldızlılığı dindi, söndü. Denizlerin, una çevirdikleri kayalıkların anısında, gidip gelen elemini duydum. Zira denize, bu kumsaldan ancak çekilmek kalır. Sense, bu çekilmenin öldürücü sarılışında başkalarını hatırlayarak ağlıyordun. Gözyaşını silemedim: Deniz kurutamaz; tuzu ise yıldızlardan da yakıcı diyorlar.
Ağlıyordun. Sana sarılıp, içinde, bir sıraya girmemi istediğinden. Sen karaya, sağlam toprağa doğru geriliyordun. Bense...
Bir kedicesine gelip yanıma oturduğun temmuz gecesi, aramızda karanlıkla olgun bir dal yükü vardı: Aşılacak bir şey kalmamışlığın yemişi.
Oturduğumuz tahta sıranın her bir çubuğu sert ve serin, çok serindi. Deniz sakin, ağaç sancılı... Kendimizi tekrarlamayalım, demiştim. Kanıyordum hep, sense emiyordun, bereketli toprakların bencilliği ile. Boyuna kanıyordum. Doymamış olacak, dedim, “Bir daha...” dediğinde. “Son bir kere; ama bir daha.”
Aralık kapıların ayrılığında kanıyordum. Uykumda kanadım gene ve kan, bitmek bilmez sevinci ile, akıyordu hep, karanlık analıklara doğru.
Ertesi gün, tesadüf bilmezliğin akışı ile anlattılar seni: “El tutmanın on yedi şeklini okutur,” dediler. Ben hâlâ cömertliğimde, kanıyordum. Işığın damlasına bile lâyık göremedikleri hayatını, başkalarına ait dünyanı söylediler. Pıhtılaşan kanlarımı arzu parçaladı. Kirli suyu sızdı kanın, bu parçalar arasından.
Gece, karanlıkta, kanımı tabanlarında vıcıklaştıra vıcıklaştıra yaklaştın. Boğan, dirilten, zemberekçesine toplayan bir arzu ile yeniden kanadım.
Nihayet sarılmamı umarak gelmiştin. Ondan sonrası kolay gözükmüştü herhalde.
Başlamıştım ama... Kanımın ötesinde, ayrıldık. Gittin, son olarak. Yalnızım şimdi. Karanlık, kansız. Kimseler gelmesin yanıma. İçten sevinç taklidi ile selâmlaşmaya mecbur olmayalım. Yürüyeyim...
İçime, birden öyle geldi ki, hayatım, sonuna kadar, bir yolun, bir şehir yolunun taş kenarında önüne dizilen bir sonsuz sıra eş ve kuru, tok adım sesinden ibaret olacak... Sonra uzaklardan, şehrin dalgalarca koparılan ışıkları... Her şeyin ölüme doğuşu, yeniden ölümle...
SUSANLAR
Bilge Karasu
21 Haziran 2010 Pazartesi
Böyle Buyurdu Zerdüş
Yelkovan kımıldadı, hayat saatim soluk aldı, - ömrümde duymadığım bir sessizlik vardı çevremde; yüreğim yılgıya kapıldı.
Yalnız gezerdim; o yanlış yollarda gönlüm neye acıkırdı geceleyin? Dağlara tırmanırdım; kimdi sen değilsen, aradığım dağbaşlarında?
Gürültüler ve gök gürlemeleri ve fırtına sağanakları, bundan, bu sakıngan, kuşkulu kedi dinlenmesinden yeğdir gözümde; kişiler arasında da usul basanlara, yarım yamalak kişilere hınç bağlarım en çok, kuşkulanan, durumsayan, geçen bulutlara.
Yüreklilik en iyi öldürendir: yüreklilik, acımayı dahi öldürür. Oysa acıma, en derin uçurumdur: kişi, hayatı nice derinliğine görürse, onca derinliğine görür acı çekmeyi de.
Ama yüreklilik en iyi öldürendir, saldırgan yüreklilik: ölümü dahi öldürür o; çünkü der: "Bu muydu hayat? Peki öyleyse! Bir daha!"
Akşamları ateşin başına oturduklarında hep beni konuşurlar, ama hiç biri beni düşünmez.
Onlar, gerçekte en çok bir şeyi isterler: kimsenin kendilerine zarar vermemesini. Böylece herkesin hoşuna gitmek, herkesi hoş tutmak isterler.
Ama "erdem" deseler de, ödlekliktir bu.
Ah bu iyiler! İyi kişiler gerçeği hiç söylemezler. Bu türlü iyi olmak, ruh için sayrılıktır.
Baş eğer bu iyiler, teslim olurlar; yürekleri öykünür, canları söz dinler; oysa söz dinleyen, kendini dinlemez!
Her bilgi, tedirgin vicdanın dibinde yeşermiştir şimdiye dek! Parçalayın ey gören kişiler, parçalayın eski levhaları!
Ah, bütün yarım istemleri bıraksanız da, eylemde olduğu gibi, tembellikte de tam kararlı olsanız!
Kimine göre yalnızlık, sayrı kişinin kaçışıdır; kimine göre de, sayrı kişilerden kaçıştır.
Ve kötüler ne kadar zarar verirlerse versinler, iyilerin verdiği zarar en zararlı zarardır.
İyilerin aptallığında dipsiz bir kurnazlık vardır.
İyiler, kendi erdemlerini bulanı çarmıha germek zorundadırlar! Yaratıcıdan nefret ederler en çok, levhaları ve eski değerleri altüst edenden, bozandan, - yasabozan derler ona. Çünkü iyiler, yaratamazlar; onlar hep sonun başlangıcıdırlar. İyiler yalancı kıyılar, yalancı güvenlikler öğrettiler size; iyilerin yalanları içre doğup büyüdünüz siz. Her şey iyiler eliyle baştan aşağı burulmuş, çarpıtılmıştır.
Birçok şeyi yarım yamalak bilmektense, hiç bilmemek daha iyidir! Başkalarının düşünceleriyle bilgelik etmektense, kendi hesabına delilik etmek daha iyidir!
Ben büyük horgörenleri severim. İnsan altedilmesi gereken bir şeydir. Boyun eğmektense umutsuzluğa düşün daha iyi.
Friedrich Nietszche13 Haziran 2010 Pazar
Çeşitleme
Bir Çiçek
Bir çiçek duruyordu, orda, bir yerde,
Bir yanlışı düzeltircesine açmış;
Gelmiş ta ağzımın kenarında
Konuşur durur.
Bir gemi bembeyaz teniyle açıklarda,
Güverteleri uçtan uca orman;
Aldım çiçeğimi şurama bastım,
Bastım ki yalnızlığımmış.
Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
Cemal Süreya
Ürperti
Sisini kendi yaratan gemi
Kayıp gidiyor ayaklarımın altından
Çırpıyor kanatlarını zıpkın kuşu
Sisin içinde
Denizde zaman yok.
Yanmış bal kokuları getiriyor rüzgar
Kıyıdaki camlardan
Döl tozlarıyla.
Ben de bir tohumum burada
Uyarılmış bir tohum
Beni kıyıya
Bırakan bana
Denizde zaman yok.
Saflığın ve güzelliğin
Büyük zamanı...
Edip Cansever
Kuşsuzluk
Kuşlara yer kalmadı artık
Geçen yaz bıraktığı köyü bulamıyor leylekler
Asit yağmurları örttü üzerlerini
Kırlangıçlara ne çatı altları kaldı yuva yapacak
Ne ıslatıp biçimlendirecekleri toprak
Şıra içemezler artık
Asma kütükleri kahverengi birer haç
Petrol denizlerinde renkleri değişti martıların
Yalıçapkınları bilirler mi
Avları metal ölüsü bir balık.
Kuşlar için evler yapardık oysa
Penceremizde, saçağımızda, bahçemizde
Sesleri alıştığımız bir şeydi
Ne oldu da uzaklaştık kuşlardan
Kuşsuz dünya, biraz da insansızlık değil mi?
Turgay Fişekçi
Fotoğraflar;
Gerald Berghammer
28 Mayıs 2010 Cuma
Dede Korkut Sisifos'un köyünde
Yiğite yiğit olmak yaraşır,
Yiğitlik taslamak değil, Han’ım!
Yiğit olmak da, pusatsız adem yanında
Pusatından hicap duymaktır,
Palanın ucunu göstermek değil, şahbazım!
Budur töresi, bahadırlığın.
Silahı omzundayken yiğidin,
Obanın seçilmiş beyleriyle
Ya, ana bir, baba bir kardaş gibi,
Yolu bir, izi bir yoldaş gibi danışmak,
Ya da taş gibi susmak
Düşmez mi, yiğide?
İki kardeş dilleşirken meydanda
Birine gözünü kırpman,
Hee, deyip cesaret vermen,
Ötekine hançer göstermen
Sığar mı bahadırlığa?
Diyelim ki, edepli edebinden,
Yüreksiz korkusundan pustu da
Sesini kısıverdi bugün;
Sessizliğin çığa dönüşüp yarın
Tepene inmesinden korkman mı?
Diyelim ki, bugün kılıcın zoruyla
Köylüye hükmün geçirdin,
Kapıları kapadın, yolları kestin,
Obanın başına da, deli Hatçenin
Bez bebeğini diktin Han diye;
Peki, gülmekten kırılmaz mı buna,
Komşu köylerin kızları, kızanları?
Gülerse kime güler el, gülerse kime
Güler yolda yolcu, mezarda ölü
Ve ana karnında daha doğmamış bebe?
Köyde bir yangın çıktı diyelim,
Kundakçıyla bir imecen yoksa, korucu başı,
- Ki bu elbette düşünülemez -
Dişini gıcırdat, saçını yol, tamam!
Ama, uyar mı, koç yiğitliğe
Tutup karargâhı köye indirmen?
Sana dağda kovalamak düşmez mi
Çakalı da, domuzu da, eşkıyayı da?
Beş tuğlu bahadırları da katıp yanına
Kırk yıllık itfaiye çavuşu gibi
Senin yangın yerinde işin ne?
Hadi bunu da geçtik, “Başka yerlerde, başka
Yangınlar da çıkar haa!” diye konuşuyorsun;
Oldu mu şimdi, a Han’ım? Sormalı değil mi ama,
Kundakçının niyeti başka nedir ki,
Dedirtiverip bunu havasa
Ortalığı telaşa vermek değilse?
Cahit Koytak
11 Mayıs 2010 Salı
Eleştir(me)
İnsanların çoğunluğunun düşünceleri ve davranışları arasında paralellik gördüğüm an kurtuluşumuz için umutlu olacağım. Bunu göremediğim süre içersinde söz konusu "insan" olduğu zaman umutsuzluğumu sürdüreceğe benziyorum.
Genel anlamda düşüncelerim de çok fazla gelgitler yoktur. Ama "insan" denildiğinde öylesine çok gelgitler yaşıyorum ki, kendi düşüncelerimden yorulduğumu hissettiğim anlarım oluyor.
Sanırım insanların en hassas oldukları konuların başında eleştiri yada eleştirilmek geliyor. Ölesiye korkuyoruz eleştirilmekten.
Kendi iç dünyamızda kendimizle ilgili belirsizliklerimizi ört bas etme gayreti içersinde birilerinin görmemizi istemediği bir şeyi görüp bizlere yansıtması dayanılmaz bir sancı yaratıyor.
İç dünyamızda çok ta sağlam bir şekilde oluşturmadığımız duygularımız domino taşları gibi birbirini tetiklerken kendimizi çırılçıplak hissediyoruz ve ister istemez korunma güdüsüyle gardımızı alırken zaman zaman saldırganlaşabiliyoruz.
Öncelikle eleştiri kavramına bir göz atmakta fayda var diye düşünüyorum.
Eleştiriyi bir "saldırı"gibi algılamayıp "gelişme" şeklinde görmek çok mu zor acaba?
Ya da neden eleştiriyi saldırı gibi algılıyoruz?
Bu kadar zayıf mı bizleri biz yapan özellikler?
Kuşkusuz dozunda eleştirilerden söz ediyorum, yoksa bir insanı yok etmek üzerine girişilen hayvansı dürtülerle bezeli eleştirileri bu kapsamda ele almıyorum. Ama bizler nasıl olursa olsun her eleştiriyi yok etmek üzerine kurguluyoruz.
İnsan olmanın beraberinde getirdiği en büyük sorumluluklardan biri objektif olabilmektir. Ancak hemen belirtmeliyim ki objektif olabilmek kolay bir şey değildir. İnsanın yapısı gereği düşüncelerini çoğunlukla duyguları belirlediğinden seçimlerimiz, beğenilerimiz kısacası bizleri biz yapan bir çok şey düşüncelerimizden önce duygularımız vasıtasıyla yol bulur.
Bu da insanlık için en tehlikeli olgulardan biridir.
Eleştiri öncelikle farklı bir bakış açısıdır.
Bu farklı bakış açısı sevimlidir yada değildir ama farklılık; göremediklerimizin görülmesi, duyamadıklarımızın duyulabilmesi için gereklidir.Bir başka pencere açar öncelikle.
Kendi beyin süzgecimizden geçirdikten sonra bu farklı bakış açılarına katılır yada katılmayabiliriz ama birey olabildiysek eğer, kendimizi tanımış ve kendimizi nedenleriyle ortaya koyabilen bir kimlikte geliştirebildiysek yine eğer ,farklı bakış açılarına verilecek cevaplarımız daima vardır.
Bu sebeple asla ürkütücü bir yanı yoktur eleştirilerin.
Günümüz insanı herşeyiyle ortadadır artık. Geçmiş çağlardaki gibi kendi çemberimizde yaşanmıyor yaşam.Şu anda bu düşüncelerimi yazarken sadece bana ait olan bir çok şey yazım şekline dönüştüğü andan itibaren herkese aittir ve doğal olarak başkalarının da duygu yada düşüncelerini söyleyebilme hakkını ben ellerimle veriyorum demektir bu.
Bu sebeple dışarıdan gelebilecek en aykırı sesi dahi duyma ve yanıt verme yükümlülüğüm var anlamına gelir bu.
Özgürlük yada eşitlik gibi kulağa son derece hoş gelen kelimelerin kelime olarak kalmasına izin vermektir eleştirilere kulakları tıkamak.
O kadar kolay değil insan olabilmek, hele çağdaş insan olabilmek çok daha zor.Dışarıya yansıtılan evrensel değerlerin içselleşmesiyle başlar çağdaşlık, çağdaşlığımız ölçüsünde de kurtuluşu olabilir insanlığın , bunun dışındaki her davranış biçimi kendimizi iyi hissetmek adına yapılan narsist davranışı içinde barındırır.
Ve benim içinde zavallılıkla eş anlamlıdır.
25 Nisan 2010 Pazar
Cesar Vallejo
"En tehlikeli an yaşamımda,
en yalnız olduğum zamandı."
dedi 16 mart 1892 doğumlu Peru lu yazar.
Yaşadığı süre içersinde sadece üç tane şiir kitabı basılmış olsa da 20. yüzyılın en önemli şairlerinden biri olarak kabul edilir.
Şiirlerinin yanında hikaye, roman, deneme de yazan edebiyatçı, devrimci kişiliğiyle de önemli bir yer tutar. 1920 de katıldığı bir sokak gösterisinde tutuklanacak ve 4 ay gibi bir süre cezaevinde kalacaktır.
Bu tutukluluğu ölümüne kadar bunalımlı bir yaşam sürmesine neden olacaktır ve kendini aç bırakarak intihar edecektir.Ölüm tarihi 15 nisan 1938 dir.
Bu acıyı Cesar Vallejo olarak çekmiyorum. Şu anda ne sanatçı, ne bir insan, hatta ne de bir canlı varlık olarak acı çekmiyorum. Bu acıyı bir Katolik, bir Muhammedî yahut dinsiz olarak çekmiyorum.
Yalnızca acı çekiyorum bugün. Adım Cesar Vallejo olmasaydı da çekecektim bu acıyı. Sanatçı olmasaydım, aynı acıyı duyacaktım yine. İnsan da olmasaydım, hatta canlı varlık ta, böylesine çekecektim bu acıyı. Katolik te olmasam, tanrı-tanımaz da olmasam, Muhammedî de olmasam yine acı içinde olacaktım. Bugün en dipten başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.
Açıklamasız bir acı içindeyim şu anda. Öyle derin ki acım bir sebebe bağlanamaz, bir sebebe de bağlanamaz. Sebep ne olsun ki? Ona sebep olabilecek önemdeki şey nerede? Hiçbir şey sebebi değil, hiçbir şey ona sebep olacak güçte değil. Bu acıdan doğan şey ne işe yarar.
Benim acım bir tuhaf kuşların kuzey ve güney rüzgârlarından döllenip saldıkları tarafsız yumurtalardandır. Sevdiğim kız ölseydi, acım çektiğim acı olmakta devam ederdi. Boynumu kesselerdi usturayla, ben yine şimdi duyduğum acıyı duyardım. Bu hayatta değil bir başka hayatta olsaydım çekeceğim bundan başka bir acı olmazdı. Bugün en yücelerden başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.
Açların acısına bakıyorum da benimkinden nasıl da uzakta görüyorum onu. Açlıktan ölecek olsam, bir ot olsun biterdi mezarımda. Aynı şey âşıklar için de öyledir. Âşığın kanı, hangi kaynaktan ve ne yöne aktığı belli olmayan benim kanım yanında nedir ki?
Şimdiye dek evrendeki her şeyin kaçınılmaz olarak baba-oğul bağlantısı içinde olduğunu düşünürdüm. Oysa bugün işte bakın ne babadır benim acım ne oğul. Batan gün olmaya tümseği yok, fazlasıyla sinesi var doğan gün olmak için ve loş bir yere konacak olsa hiç ışık salmayacak, aydınlık bir yere koysan gölgesi olmaz. Bugün acı çekiyorum, olsun ne olacaksa. Bugün acı çekiyorum yalnızca.
Çeviri; İsmet Özel
Sona ermişti savaş,
asker ölmüştü, bir adam geldi yanına,
"Seviyorum seni; ölme!" dedi.
Ama asker dirilmedi.
İki kişi geldi sonra, yalvardılar:
"Bırakma bizi! Yürekli ol! N'olur diril!"
Ama asker dirilmedi.
Yirmi kişi, yüz kişi, ben, beş yüz bin kişi,
bağırarak geldiler: "Bunca sevgimiz var ölüme karşı!"
Ama asker dirilmedi.
Milyonlar toplandı başına,
hep birden konuştular: "Gitme kardeş, gitme!"
Ama asker dirilmedi.
Sonra bütün insanları yeryüzünün
koştu yanına; kederle baktı onlara asker,
doğruldu ağır ağır,
kucakladı ilk adamı, yürüdü gitti...
Paris'te öleceğim boşanan yağmurlarla,
anısını şimdiden yaşadığım bir günde.
Paris'te öleceğim - bu da koymuyor bana -
belki de bugün gibi, bir güz perşembesinde.
Bir perşembe olacak, çünkü bugün, perşembe,
yazarken bu dizeleri durmadan sızlıyor kolum,
ve hiçbir gün, geçtiğim yollarında yaşamın,
yalnızlığı içimde bugün gibi duymadım.
César Vallejo öldü, dayak yiye yiye herkesten,
oysa kimseyi de incitmemişti:
koca sopalarla vurdular,
kalın urganlarla dövdüler;
tanığı perşembeler, kollarında kemikler,
yalnızlık, yağmurlar, yollar....
18 Nisan 2010 Pazar
Tam anlamak, tamamlanmaktır…
“En önemli ustalık kaybolmaktır” diyor değerleri sorgulayan bir dâhi. İnsan toplumdan kaçtıkça kendine doğru yol almaya başlar. İçindeki ‘kendi’lerden sıyrılmak için zaman kazanan birey, yalnızlığının karanlığında zamanı yakarak kayboluşuna art alan oluşturur. Peki, ne(y)den kaçar insan? Gidilecek yer N’dir? Ne(re)ye yetişmek ister?
Modern toplumda çoğalmaya başlayan gizemli kırgınlar, içinde bulundukları algı karmaşasıyla yaşamaktan memnundurlar. Çünkü kayboluş, en iyi kaçış biçimidir.
İnsan en çok da kaygının kaynağı olarak varoluşun öznesidir. Fakat bu özne, korkunun ortaya çıktığı alan olarak kendinin nesnesi durumuna gelir. Hem varoluşun, hem de yok oluşun öznesi olan insanın uzaklaşma isteğinin altında yatan psikoloji, varoluşsal korkudan başka bir şey değildir. Josef K’nın korkusunu anımsayın.
Bu yüzden, uzaklaşma/kaçış bir duygusal tepkidir ve altında sağaltılamaz korkular vardır. Yaklaştıkça (kitleye) korkunun çoğalacağını bilir gizemli kırgınlar. Yaklaştıkça ince şeyleri kaybedeceklerini bilirler. Her gün tapınılan yüzlerin, cilalanan sözlerin herkes için bir anlam ifade etmesi, onlar için çok da önemli değildir. Önemli olmaya başladığı andan itibaren kayboluşun derin hazzı da kaybolur. Çünkü herkes herkestir!
Önem vermemeye önem verir gizemli kırgınlar. Onları yollarından edecek, yavaşlatacak bir tek silah vardır; düzen. Kaybolma ‘ada’sının sakinleri düzenden korktukları kadar düzensizlikten korkmazlar. Çünkü düzensizliğin deruni bir çekiciliği vardır. Düzensizlik eril, düzen dişildir. Bu yüzden gerçek’ten kaybolmak isteyen kadınlar, kaybetmiş kadınlardır.
Zaman geçer. Yıllar geçer ve hiçbir gizemli kırgın kayboluşunu bildirmez. Kayboluş onun remzidir yalnızca... Birçok insanın ‘varmak için’ düşlediği, ‘ütopya ada’sının paratoneri olan kaybolma zevkinin bir adı da boşluk arayışıdır. Çünkü boşluk duygusu, nesne eksikliğinin hissedilmesiyle ortaya çıkar. Korkuyu içe salacak bütün çentikler dışta kalır böylece.
An, bitişmektir zamana. Zamanın ritmini yakalay‘an’ anlayabilir ancak. An’ın gelgitindeki zarafeti görmeyi becerenler, boşluğu yakalamak için kaybolanlardır. Korku, kayboluş ve boşluk…
Tam anlamak, tamamlanmaktır…
Adem Eyüp Yılmaz