30 Aralık 2009 Çarşamba

Bu yıl....



Bu yılı değerlendirecek olursam şimdiye kadar en fazla bilgisayar başında geçirdiğim bir yıl olarak özetleyebilirim.

Kendimle ilgili olarak son derece radikal bir kararla kurmuş olduğum düzeni bozup yepyeni bir düzen kurmak çok kolay değildi ama yapılması gerekenlerdendi ve yapıldı da.

Bu sebeple hiç alışık olmadığın davranış şekilleri geliştirmek bir yerde adaptasyonla doğru orantılı olduğundan yaptıklarıma maddi bir temel oluşturmak ta çok kolay olmadı aslına bakarsanız.

Hemen herşeyin sanal bir ortamda yapıldığı kaçınılmaz düzenimizde belki de en büyük şansım Dolandagel adlı siteyi keşfetmek oldu.

Farklıydı var olanlardan ve neydi bu fark?

Öylesine doğaldı ki herşeyden önce, hiç bir yazıda, eklenilen şeylerde "ben "duygusunu görmeden salt doğru adına yapılanların özetiydi.Sıkılmadan okuyabiliyordunuz,bilimsel terimlere hiç rastlamadan olduğu gibi anlayabiliyor, hatta bildiğinizi sandığınız bir çok şeyde dahi bilmediklerinizi fark edebiliyor, yaşam buluyordunuz.

Yaşama ait hemen her türlü konuyu bulabildiğiniz gibi son derece seçici bir gözle seçilmiş sanatçıların eserlerini, yaşamlarını bir kez daha fark ediyor ve büyüyordunuz.Hayalini kurduğunuz bir okul gibiydi açıkcası.

Öyle bir okul ki, içinde alışık olduğunuz yöneticileri olmayan ve size büyüklük taslamayan, sizin düşünce ve duygularınızı da hesaba katan,kendini ve özelliklerini de bilen aptalca bir mütevaziliğin içinde kaybolmadan insan olmanın bu demek olduğunu kavrayabildiğiniz, çok kolaylıkla ütopya diyebileceğiniz ama son derece gerçek olan bir yer.

Doğal olarak yaşamın içinde böyle bir yer bulamazken, sanal ortamın herşeyle dopdolu hem iyi hemde kötü ortamında cennetten bir köşe ister istemez sizi bilgisayarın başında oturmaya hazır hale getiriyordu.

Hoşumuza giden her olgu bir süre sonra alışkanlığa dönüştüğünde şu ana kadar bilgisayar başında geçirmediğiniz zamanı geçirmeye başlıyor olmanızı yadırgamamalısınız bu sebeple.

Aslında bir konu da bilgi vermek çok kolay gibi gelebilir insana hele o konu da donanımlıysa....

Ne varki bunda sanki diyebilirsiniz kolaylıkla...

İşte öyle bir yer değil burası. Kişileri anlatmak için kullanılan kelimelerin farklı bir sihirli yapısı var.Öylesine bir etkiye sahip ki bu kelimeler görülmeyeni görülür, duyulmayanı duyulur hale getirebiliyor.

Bir kaç hafta önce son derece önemli bir konuyu gündeme getirdiler.

Çağımızın teknoloji çağı olmasının gerçeği dışında bu olgunun hayatımızda açabileceği mutluluklar yanında mutsuzlukları da irdelemek istediler.

Bir tartışma platformuydu kuşkusuz ama öylesine güzel yorumlarda vardı ki burada yazılı olanların salt bir tartışma içersinde kalmasını pek içime sindiremedim aslında.

Artık kolaylıkla dostum diyebileceğim Sanem Uçar ın son derece mütevazi bir şekilde ortaya koyduğu konular bana göre büyük bir bilimselliği içinde barındırıyor.

Kendisinden aldığım bir izinle bu yazılarını sizinle paylaşmak istiyorum:



İnternet Aşkı....


İnternetin henüz bu denli yaygın olmadığı dönemlerde bir üniversitenin sosyoloji ve psikoloji bölümü ortaklaşa internetin insan yaşamındaki yeri ve önemi üzerine bir araştırma yaptı ve bende ister istemez bu araşırmanın parçası oldum.

Dürüst olmam gerekirse çok fazla bir bilgiye sahip değildim o zamanlar. Öncelikle bilgisayarıma ilk defa adını duyduğum ICQ denilen bir chat programını kurdular.

Yapacağım iş konusunda beni bilgilendirdiler. Basit gibi gözüküyordu ancak işin içine girince çok da kolay olmadığını fark ettim.

Çünkü benim gibi belli karakteri, belki mesleği gereği insanlarla konuşma esnasında dahi göz temasını, dokunmayı ilke edinmiş biri için bir monitörün arkasından konuşmak çok saçmaydı.

Kesin kurallar vardı.

Şöyle ki;

Asla konuştuğum biriyle ikinci kez konuşmayacaktım.

Oluşturulan soruları konuşma esnasında fark ettirmeden soracak hiç yorumda bulunmayacaktım.

Eğer bana bir soru gelirse sadece gerçeği söyleyecektim.

Bunun bir araştırma olduğunu belli etmesem de belli olduğunda ret etmeyip karşımdaki kişi isterse konuşmaya devam edecek asla ısrarcı olmayacaktım.

Bunun gibi bir çok kural vardı ve doğal olarak soru.

Konuşma bittikten sonra konuşma metnini araştırmayı yürüten öğretim görevlisine olduğu gibi mail yoluyla gönderecektim.

Bu ızdırap, kelimenin tam anlamıyla bir ızdıraptı, çünkü ben telefon konuşmalarını bile sevmeyen biriyim karşımdakini göremediğimden, aylarca sürdü.

ve sonunda üniversite yeterli bilgileri almış olmalı ki, çalışmanın sonuç kısmına geldiğini bana bildirdiğinde ilk işim ICQ denilen programı bilgisayarımdan kaldırmak oldu.

Bu araştırmayı yapanlar arasında tanıdıklarım olduğundan sonucun bana ulaşması da kolay oldu. Zaten bir minnet duygusu da duyuyor olmalılar ki, sonucu benimle hemen paylaştılar.

Şimdi;

yapılan bu araştırma sonucunda sadece benim araştırdıklarım değil, tüm bilgiler bir çok önemli konuyu içinde barındırıyordu.

Neydi bunlar?

1- Herkes % 100 bir şekilde yalan söylüyordu.

2- Yapılan konuşmalarda kişiler kesinlikle cinsiyet ayrımı yapıyor ve karşı cinsi seçiyordu.

3-Büyük bir oranla hemen hemen % 90 a yakın kişi yaşamından, kendinden,mutlu değildi.

4- Bu yapılan konuşmalarda "paylaşım" gibi bir amaç kesinlikle güdülmüyordu.

5- Eğer paylaşım adına yapılan bir şey varsa bu kesinlikle ya bir flört, yada daha ileri boyuta giden cinsellik taşıyordu.

6-İnsanların yine neredeyse % 90 a yakın bir bölümü "onaylanma" duygusunun tatmin edildiği ve bu ihtiyacın karşılandığına inanıyordu.

7-% 100 bu insanlar internetsiz bir yaşam düşünemiyorlardı.

8-%60 kadınlar ilk başta cinsiyetlerini saklayıp erkek kimliği de değil, cinsiyetin konuşulmadığı bir ortamı tercih ediyorlardı.

9- Erkeklere göre kadınlar daha az sayıdaydılar...

Bunlar hatırlayabildiklerim, daha sonra aklıma gelirse eklerim. Gerçekten oldukça ilginç sonuçlardı.

Şu anda bu oranların yada cevapların kesinlikle değiştiğine inanıyorum bence bir kez daha denemeliler.

Beni en fazla etkileyen sonuçlardan bir tanesi "yalan " konusu oldu.Bu çalışmalar esnasında bir deneğin söylediği bir cümle hala beynimde kazılıdır.

Bana dedi ki;

"Gerçek olamayacak kadar yalansınız....."

Evet, yalan meşru bir hal alıyordu. Son derece doğal, olması gereken sıradan bir olguydu artık yalan.

Bende derim ki; çok fazla dağılmadan yalanın bu denli meşrulaşması hakkında ne düşünüyorsunuz, neler hissediyorsunuz?

Bizlere kazandırdığı alışkanlıklardan bir tanesi bu...



Yalanın meşrulaştığı zamanlarda gerçekten büyük bir tehlike var demektir.

Ama bu anlamda ben bir cümle kurmak istiyorum, bu olumsuz akış oluşmakla birlikte insanoğlu en kolay alışabilen canlı olduğundan bunun tedirginliğini bir süre yaşasa bile , bir kaç zaman sonra normal gelmeye, ve bunun bir sancı yaratmaması durumunu yaşar.

Çünkü kendince haklıdır.

Sadece bu olgu değil, diğer sonuçlar da beraberinde son derece doğal olan bu akışı getirmiştir.

Herşeyden önce çağımızın ve özellikle kapitalist sistemin çarklarında insan olabildiğince yalnızlaşmıştır. Kendisiyle birlikte herşeye yabancıdır. Bu sebeple artık ne doğru ne yanlış çok fazla önemli değildir.

Nefes alabilmesi bireyci olmasıyla doğru orantılıdır. Geride kalan herşey son derece anlamsızdır.

Çalıştığı yerde mutlu değildir, evinde mutlu değildir, mutsuzluk her anlamda kendisini kuşatmıştır.Sürekli olarak birbirinin aynısı günleri yaşamaktadır, kabul görmemektedir, hatta sürekli olarak bir şekilde ret edilmektedir.Hayalini kurduğu hiç bir şey gerçekleşmemiştir, sürekli olarak bir yenilgi vardır yaşantısında. Öyle bir yenilgi ki ne öldürür ne de yaşatır adamı...

Çağımızın insanı bir şekilde büyük bir oran olarak bu durumdadır.Ve birden bire yanıbaşında ona farklı bir dünyayı önüne serecek bir şey bulur.

Yapamadıklarını yapacak, söyleyemediklerini söyleyecek, göremediklerini görecek, duyamadıklarını duyacak sihirli bir dünyadır bu.

Ve üstelik belki de hayatında ona günaydın demeyi ihmal eden insanlar tanısın yada tanımasın bir şekilde günaydın da öte farklı kelimeleri kullanmaya başlayacaktır.

Kendisini iyi hissetmesi kadar normal bir davranış bekleyemezsiniz.Ve sonuçta kaybedecek hiç bir şeyi olmadığından kendisini daha iyi hissedebileceği bir role kesinlikle soyunacaktır. Kimi biraz, kimi bir parça daha, kimi kendini kaptırırcasına...

Belki hayatında hiç yalan söylememiş olabilir ama kaybedenlerdendir, yada Oğuz Atay ın deyimiyle Tutunamayanlardandır,ve burası tutunabilme merkezlerinden bir tanesidir artık.Ufak yalanların hiç bir önemi yoktur. Ya yaşı, ya cinsiyeti, ya kilosu, ya göz rengi vs.vs.. bir şekilde değiştirildiğinde şimdiye kadar hiç yaşamadığı onay ı yaşatacak ve kendine ait bir dünyayı çoktan yaratmış olacaktır.

Hele bir de karşısındaki açlık duyduğu her konuda kendisine cevap verebiliyorsa, ne olursa olsun, bu dünyaya kapılarını ardına kadar açıp, mutsuz olduğu dünyadaki kapılarını kapatacaktır.

Gündem konusuna internet aşkı derken, internette yaşanan aşkları kasdederek koymadım bilesiniz.

Aşk kavramından yola çıkarak koydum. Gerçekten aşk nasıl ki sadece iki kişi arasında yaşanılan bir olguysa ve bu olgu da üçüncü kişilere yer yoksa, kişi ve internet arasında büyük bir tukunun oluşmasını internet aşkı diye yorumlamayıp ne yapacaktım?

Kısacası çağımız insanının kaybolmuşluğunda internet ona farklı dünyalar açan bir umuttur.

Hala daha bunun zararlarını şimdilik konuşmaya yanaşmıyorum, bana göre insanların bu denli büyük bir tutkuyla bu aşkı yaşamasının nedenlerini anlamak gerekiyor da...



Yazmaya çalıştığım bu araştırma kapsamındaki insanların aynı üniversitenin psikoloji bölümünün çıkardığı profil sonuçları.Ve dediğim gibi uzun yıllar öncesini kapsıyor.Şu anda aynı sonuçlar ve nedenler çıkar mı bunu söyleyebilecek konumda görümüyorum kendimi.Bu sebeple bu konu daki yorumu okuyucuya bırakıyorum.

Ancak sevgili Oya engellilerle yaptığımız çalışmaları bir kaç kez dile getirdi.Burada çalıştığım yıllarda da,bilimsel olmayan ampirik sayılabilecek görüşlerimi sizlerle paylaşabilirim.

Bu araştırmaya benzer özellikler gösteriyorlardı ve bu da seneler öncesine gitmiyor günümüzü içine alıyor.

Herşeyden önce ben sakat değildim. Ve orada olma sebebim sakatlıkları nedeniyle ayrımcılığa uğradıklarına olan inancımdı. Sakatlıkları ne o zaman ne de şimdi beni hiç ilgilendirmedi.Sakat olmaları sadece bir durumdu ve ne yazık ki bu durumlarından dolayı ayrımcılığa uğruyor ve engelleniyorlardı.

Şu anda kesin sayıyı pek bilmemekle birlikte Türkiye de yaklaşık 8 milyon sakat insan var.Ve bu insanlar ne yazık ki sakat olmayan insanlar gibi sağlık, eğitim, ve insana ait diğer tüm özelliklerden yoksun olarak yaşamlarını sürdürüyor.Alt yapısı sakat olmayan insanlar için dahi gelişmemiş bizim gibi ülkelerde sakatların yaşamaları gerçekten çok zor. Bu sebeple evlerine kapanmış durumdalar ve bireysel trajedilerini aileleriyle birlikte yaşıyorlar.

İşte bu aşamada onlar için kurulmuş bu internet sitesi düşünemeyeceğiniz kadar büyük bir farkındalık yaratmıştır.

Ve bizde yöneticiler olarak aklınıza gelebilecek her konuda onları bilgilendirmeye, haklarını öğretmeye, mücadele etmeye, eğitim vermeye, ufuklarını açmaya yönelik çalışmalar yapıyorduk.

Oraya açılan bir chat odasıyla aynı anda onlarca kişi birbiriyle konuşabiliyor, dertlerini ortaya dökebiliyor, soru sorabiliyor kısacası dışarıda yapamadıklarını yapmaya çalışıyordu. Bizlerde yöneticiler olarak bu odada sürekli olarak bulunuyor bir olumsuzluk olabilme durumuyla dışarıdan bakan gözler oluyorduk.

Sadece chat odası değil, sitede kurulan onlarca bölümleri siyasetten, sanata kadar her konuda onlarında katılmasını sağlayabilecek şekilde düzenlenmişti.

Benim kişisel olarak amacım, sakatlıklarından dolayı kendilerini farklı hissetmemelerini sağlayabilmekti.Çünkü görebildiğim kadarıyla sakatlıkları sebebiyle bir çoğu sakatlığından utanıyordu.

Yapılanları anlatmayacağım, çok kapsamlı ve zor işlerdi ama hiç bir şikayetimiz yoktu.

Bu aşamada internet onların en büyük mutluluk kaynağıydı. Sözünü ettiğim bilimsel araştırmanın bir çoğu orada da vardı aslında.Yalan orada da meşrulaşmıştı, çoğu mutsuzdu, işleri güçleri yoktu, kendilerini bir hiç gibi görüyorlar ve yaşayamadıkları bir çok şeye karşı bazılarında öfke, bazılarında nefret, bazılarında umursamazlık var gibi gözükse de insan olmanın beraberinde getirdiği bir çok özelliği görebiliyorduk.

Onlarda kendilerine bir dünya kurmuşlardı ve orada oldukları sürece mutluydular, yada mutlu gibi davranma özelliği gösteriyorlardı.

Türkiyedeki en büyük tabulardan bir tanesi olan cinselliğe karşı inanılmaz bir açlık vardı ve bir süre sonra chat odası kendimizi pezevenkler gibi hissetmemize sebep oldu.Sanki sanal bir genelevdeydik.

Düşünce boyutunda son derece haklı olduklarını bilmek kendimizi pezevenk gibi hissetmemize engel olmuyordu.

Ahlaksal anlamda karşı değildim ama bir şeyler yanlıştı.

Yanlış olan ne miydi?

Çok iyi biliyordum ki orada yaptığımız her çalışmadan, her konuşmadan sonra şunu düşünüyorlardı;

"sanem uçar! allahın sağlamı!, önemli olan benim ayşe ali, fatma kimliğim öylemi?sakat olmam tıpkı bir insanın esmer, sarışın, mavi gözlü olması gibi sadece bir durum ha! Sen kırmızı saçlarınla karşıdan karşıya seke seke giderken benim yaşayamadıklarımdan ne kadar haberdarsın? Belki de hayatımda ilk defa bir yerde insan yerine koyuldum, hatta beğenildim, arzulandım, sen kalkmış burayı sanalgenelev olarak değerlendirebiliyorsun

Seke seke git hadi!....."

Aynen bunları düşündüler sevgili dostlar, hatta bunları kelimelere döktüler.

Öylesine bir kuşatılmışlıktı ki sadece sakatlar için değil, herkes için ... İçinde gözle görülmeyen ama her yerde hissedilebilen bir acıyı barındırıyordu.

ve yanlış...

yanlış ise o monitörün düğmesi kapatıldığında herşeyin yine bırakılan yerde kalmış olmasıydı.Değişen bir şey yoktu, geçici bir haz alma durumu ve arkasından çok daha büyümüş bir gedik sadece...


Yaşadığımız hayata birden bire giren internet, yada teknolojik bir sürü alet edavat geçmişte bunlara sahip olmayan ve birden bire sahip olan sapla samanı birbirine karıştıran bizler için ilginç şeyler.

Alıştığımız alışkanlıklardan tamamiyle farklı, ret ediyor gibi gözüksekte aslında bizim de hoşumuza giden ve zorunlu olarak kullandığımız bir sürü şey, çocuklarımız için son derece sıradan bir şey aslına bakacak olursanız.

Biraz daha farklı bir yanı görelim isterseniz.

İlk okuduğunuzda size çok ilgisiz gibi gelecek ama sabırlı olmanızı istiyorum:)

Geçen hafta anaokulu sınıflarıyla bir müzik dersindeydim.

Üç tane anasınıfı var, ve okul bunlara isimler vermiş;

Bulutlar,

Yıldızlar

Şirinler...

Şirinler 5 yaş gurubu.. Yıldızlar ve Bulutlar 6 yaş gurubu.

Onlarla "çalgılar" konusunu işliyoruz.

Bildikleri çalgıları söylemelerini istedim onlardan.

Kendi çocukluğumuzu bir kenara atın genel anlamda bu çocukların keman, piyano, gitar, davul demelerine pek şaşırmayız. Bilmelerini normal sayabiliriz, ama beş yaş gurubu bu bilinen çalgıların yanında duyacağımı hiç ummadığım bir çalgı ismi söylediler benim başka, başka diye onları harekete geçiren sorularım karşısında.

Obua....

Bu çalgıyı bizim yaş gurubunun bile çok kolaylıkla bileceğinden emin değilim eğer müzik eğitimi almadıysa.

Ama günümüzün 5 yaş gurubu özel bir ders almasa bile çalgı denilince "obua" diyebiliyor. Bunu nereden nasıl öğrendiğiyle ilgili bir bilgim yok. Önemli olan biliyor olması....

Devam ediyorum;

6 yaş gurubu onlardan bir yaş büyük olması sebebiyle bu çalgıları sınıflayabilir. Vurmalılar, nefesliler, telliler gibi...

Bunun için kendimce bir giriş cümlesi kurdum:)Sınıflarının isimlerinden yararlandım. Nasıl ki sınıflarının bir isimleri var, Şirinler, yıldızlar, bulutlar gibi acaba çalgılarında sınıfı olabilir mi?

Bu sorum karşısında; olur tabii diye haykırdılar.

Devam ettim; eğer olursa mesela fülüt( O an o geldi aklıma)hangi sınıfta yer alır?

Nefesliler diyeceklerinden o kadar eminim ki verdikleri cevap karşısında; nasıl yanii demek zorunda kaldım.

Bulutlar sınıfında olur örtmenim dediler bana...

"Ama bulut ta gökyüzünde, rüzgar da gökyüzünde, fülüt te vu vuuu diye ses çıkarıyor bulutlar sınıfında olur örtmenim " diye tekrarladılar düşüncelerini.

Muhteşem bir mantık...

Bizden düşünemeyeceğimiz kadar ilerideler her konuda.

Bizlerde ailelerimizden bir adım öndeydik ama şimdi çocuklarımız ailelerinden bir değil onlarca adım ötedeler.

Mutlu olup olmadıklarını tartışmıyorum şu an . Çağ neyi yaşıyorsa, o çağda olup biteni bilmek doğru olandır.

Düşmanınla mücadele etmenin yolu onu tanımaktan geçer ki, her şeye rağmen teknolojinin bir sürü olumsuzluğu olduğuna katılıyor olsam da,onları red eden bir tavır içersinde olmanın anlamsızlığına da inananlardanım.

Başladığımız andan itibaren anlatmaya çalıştığım bir çok olumsuzluğu G3 Kuşağı adını verdiğimiz yeni nesil inanın çok fazla yaşamıyor.

G3 Kuşağı zaten yalnız. Bizim penceremizden bakmadıkları için, tartışmaya başladığımız andan itibaren ortaya koyduğumuz çoğu olumsuzlukları inanın yaşamıyorlar.

İnternet onlar için hayatın bir parçası. Tıpkı su gibi, ekmek gibi.

Bizler için bir ihtiyaç gibi algılansa da onlar için ihtiyacın ötesinde var olan zaten.

G3 kuşağı bizim bildiğimiz arkadaşlık, dostluk,erdem vs. aklınıza ne gelirse bizlerle özdeşleşmiş olan tüm olgulardan farklı bir dünyada gözlerini açtılar.


Bizler kendi algılarımızla olayı değerlendirdiğimizde endişe duyuyor korkuyoruz belki ama onlarda bu anlamda bir algı yok ki, bizim endişelerimiz onlara anlamsız geliyor asıl.

Biz hoşnut değiliz, onlar farkında bile değil hoşnutsuzluğumuzun.

Mutlulukları bizim mutluluklarımıza özdeş bir yapı sergilemiyor. Ve onlar ebeveynleri gibi olmak istediği yaşayamadığı bir kimliğin peşinde değil.

Her şeyin farkında, burada yazılanları görmüş olsalar kıçlarıyla gülecekleri bir konumdalar.

Ve onlar monitörün düğmesini kapattıklarında, internette dolanmış olduklarını bilmenin farkındalığındalar.

Biraz kelimeleri kısalttılar, konuşma dilini unuttuklarından sözel anlatımda yetersiz, bilgide alabildiğince ileride tam 2010 a çok az bir süre kalındığı mavigezegendeler.


İnternet, dışarıya açılan bir pencere olmanın dışında başkaları içinde bir yaşam bulabileceği bir olguya dönüşmüştür.Sanırım bu kişilik yapılarımızla da doğru orantılı. Yada yaşama bakış açılarımızla.

Kısacası bu aşk, doğru kişilerin ellerinde gelişip güzelleşebilecek bir şeydir de aynı zamanda.


Ayrıntıları ve diğer cevapları görebilmek için uğrayacağınız adres şudur;

http://www.dolandagel.com.tr/

Açıkcası hem gündem konuları, hem sanatla ilgili tüm konular sebebiyle yerinizden hiç kalkmadan yazılanları okuyabileceğiniz ve internetin doğru yönünü bulabileceğiniz yerlerden bir tanesi.

Kendini klavyeden aldığı güçle, ekranın arkasından yazar sanan, edebiyatçı sanan, sanmanın ötesinde sanatçı, yazar,sınıfına koyan bir çok kişiye pek iyi gelmeyecektir bu arada....

Bu yılın bana kazandırdığı en önemli yerlerden bir tanesi bu ve bu sebeple; Teşekkürler Sanem Uçar...

25 Aralık 2009 Cuma

Arthur Schopenhauer



Hayatın Acıları Üzerine

Hayatın birinci yarısı, mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır.

Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık.
Aklı başında insanların, yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundan ötürüdür. Gençliğimde, kapımın zilinin her çalınışında, gönlüm sevinçle doluyor ve
kendi kendime, "Oh ne iyi! İşte yeni bir olay!" diyordum.



Ama yıllar geçip de, olgunlaştığım zaman, her zil sesinden sonra şöyle düşündüm: "Yine ne var?"
İnsan yaşlandıkça, tutkuların ve isteklerin nesnesi farksızlaştıkça; bu isteklerin ve tutkuların bir bir ortadan kayboldukları, duyarlığın güdükleştiği, hayat gücünün
zayıfladığı, görüntülerin solduğu, izlenimlerin etki yapmadan gelip geçtiği, günlerin gittikçe daha hızlı aktığı, olayların önemlerini kaybettiği ve her şeyin renksizleştiği görülür. Günlerin yükü altında sallanarak yürür insan ya da bir köşeye çekilip dinlenir. Geçmiş varlığının gölgesi ya da hayaleti haline girer. Kendinden geçme, sonsuz uyku haline dönüşür bir gün.

..........o..........

Dante, dile getirdiği cehennemin örneğini ve konusunu, bizim gerçek dünyamızdan başka nerede arayabilirdi? Nitekim, bize çok eksiksiz bir cehennem görüntüsü sundu. Ama cenneti ve cennetin mutlu hayatını dile getirmesi gerektiği zaman, aşılması olanaksız bir güçlükle karşılaştı. Çünkü içinde yaşadığımız şu dünya ile cennet arasında, hiçbir benzerlik yoktu. Cennetteki mutlu hayatı anlatacağı yerde, atalarının, sevgilisi Beatrice'in ve çeşitli ermişlerin verdiği bilgileri iletti bize.

İçinde yaşadığımız dünyanın, ne biçim bir dünya olduğu, böylece açık bir şekilde anlaşılıyor, değil mi ?

..........o..........

Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek
ona şöyle bağırmak hakkımızdır: "Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?"

..........o..........

İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir.

İnsan ne kadar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.

Arthur Schopenhauer

16 Aralık 2009 Çarşamba

Birahane Longa



Birahane Longa

Cızırdıyor gramofon yüreğim
"her işlik bir mezbahadır
zaman da kemik sesleri çıkarır"
diyen adı çaprazlanmış
ve sımsıkı dosyalanmış birinin
ve körelmiş bir parkın anısıyla;
nice tarih yazıldı kuytularında
tüze'nin ve aktöre' nin ırzına geçtiği tarihler;
orda sunuldu cumhura
bileklerinden Dolapdere'nin karasını ve Gülhane'nin
irinli günlerini etin yırtılış acısıyla geliyor her güz
ve akşam söyleşilerini akıtan bir Şorola heykeli
ve teybin hala ilenen "Orhan ağbi" sinin sesiyle otelin
gölgeliğine gömülen
beton alüminyum ve cam gölgeliğe
gömülen mevsimlik bir Erzurumlu'nun geçmişin tepilmiş
patikaları ve ekşimiş han odalarıyla inildeyen son fotografisi;
orda enselendi" yarınlarımız"
marlboro ve kızlık sunarken
cumhura

Bayım açık bırakılmış bir musluk
var da sanki şuramda
akıp geçti Dicle'nin çıbanlı ikindileri, taş yapıların hala
üstünden sızan yalnızlık nemi
Bir gömütlük anısıyla seyrettim Öğretmenler Odası'nın
penceresinden
bir eğe sesiyle yağan karı
gelip gitti ağır gurbet kokusuyla tabutlar
şu kırık tozlu aynada da
göz göze geldiğim şimdi
parçalanmış bir suret
ben toz edildim genelgelerle
her salgından bir parça bulaştı üstüme, kıl
çadırların önünde dövülen ağlayıcıların
haykırışlarıyla yırtıldım

felç geldi dilime
yıllarca bir mektup bile yazmadım,her zaman da öğrenemiyor insan söylendiği gibi ah kızaran
yaprakların gürültüsüyle fırladım bir öğle sonu içimde titreyip duran bir akrep
camsız bir penceresin sen diye haykırdım karıma
ve orda akıp gitti anlatacaklarımın sözcükleri
ve anlatacak bir şey yoksa eğer
katilini de ardında gezdiriyor yürek
her beden gibi
bu tezgah-ı siper' in ardında şimdi
yitip gittiğim insan cangılının
karanlık göz çukurlarından başım dönerek
duydunuz mu bilmem Bedevi Çardak Zindanı!nı
çok eskilere dayanıyor körleşmenin tarihi ve hiç
geçmiyor mu zaman?
orda çalışırdı en ünlü mil çekme ustaları
gerek yok bakmaya, baksan da ön yüzü
görüyoruz zaten-kıpırtılarla deviniyorum
artık, sesle
yeni bir satırbaşıdır her ses
işte kırılan bir bardak sesi
Ben de sıçrıyorum uyuduğum banktan ilk
tramvayların gürültüsüyle
salepçinin önünde kuyruk olmuş gece esnafı
doktor Fikret bana bakıyor o sıra evinden kaçmış
ama hangi zamanda
alnında kapkara bir şiir başlığı
adıyor daha önceki bir zamanda Şizofreni adlı kitabını;
"Bu monografi şizofreni dünyasında yaşayanlara ithaf
edilmiştir", sayfayı çevirince de
okuduklarım şunlar
ama hangi zamanda;
"şizofreniğin başka kimselerden farkı hayat
olaylarına yabancı kalışıdır. Yabancı ve yalnız
olduğunu farkeden şizofrenik mümkün olduğu kadar
başkalarından uzak kalarak kendi aleminde

kadının sesi
ey Zaman
ilerledikçe berinin gömütlüğüne varıyorsun
yumuşayıp da yaprak sürdüğünde incir dalı
yazdır;
şezlonga uzanmış kestiriyorsun dutun
gölgeliğinde baba,
hücrelerin kemirilmiyor henüz, bombalanmış
kahveleri görmedin,
düşlerine girmedi işkence edilmiş hiç bir ceset
fesleğen saksısına uzanırken yaşamdan
öç almanın mantığıyla taşıllaşıp kalkmadı elin
Ah hükmü verildi herkesin
söz daha ne kadar yenilecek tarihe
normalleştirilmiş bir cinnetin gözlerine takındık
bu üzünçlerin" mavi çek " i kimde
" ak kart " ı kimde bu işsizliklerin
ne banker ne üstübeç silebiliyor yazıyı
yaşıyor acılar

Bayım
boğazlıyor bahçeleri inşaatçı deyyuslar
bir ayin sesi var her yerde
bu bize kalan
leyleklerin düzüldüğü bir yurtluk;Körlüğün
göz çukuru kendi içine doğru kanayan
ey bize hiç bir şey sormayan
sür bu gülü sür içimden
koşturmaya çalışan bu tek bacaklı mevsimi kanırt
umudu terk eden kurtulacaktır
ancak zamanıyla bakışan kurtulacaktır
konuşmayı yeniden bulan kurtulacaktır

Kullanılmış Sözlük
yumrukluyor benim de gırtlağımı
hırıltılıyorum plastik bir göğün altında
"Ey kardeşim Yonatan sesin için acılıyım" a bir bira
zehirlenmiş güvercinler için bir bira
Kavak'taki beş para etmez sessizlik rakımı içerken

hangi zamanda bir stadyum kalabalığıyla
gülümsemiştim oğul
ovulan ve üzüncü gitmek bilmeyen evler için
Yasın da gizli bir dili var
çoğaltılıyor
iskelelerde bile
tıkış tıkış trenlerde bile
televizyonlarda bile
göz göze gelirken Ceyarla
içi emaye gırtlağım
ünlüyor son bir kıvranışla;
öldürüldüm

Ahmet Oktay

(Şiiri bana ulaştıran Sanem Uçar a teşekkürler)

Ahmet Oktay


Aklıma geliverdi birdenbire nedense Ahmet Oktay.

Ne çok özlediğimi anımsadım birden bu farklı edebiyatçıyı.

Adını ilk kez babamdan duymuştum, gazeteciydi o zamanlar ve taparcasına severdi bu adamı."Böyle bir kaç adam daha olacak ...." der di haykırarak, "olacak ki görsünler o zaman!"

Biraz daha aklım başıma geldiğinde evdeki şiir kitaplarına merak sarmıştım.Dizelerini okurken anlayıvermiştim babamı.

Ödün vermeden süren bir hayat onun ki.Duygular ve düşünceler kelimelere dökülmüş, topluma ve insana ait ne varsa o büyünün içinden göz süzer.




Acı

Usandım taş basması günler yaşamaktan
yalnızlığımı büyütüyorum korkunç
yani bağırmak sana sulardan.

Her gün yeniden ölmek
elinden karanlık adamların
yalanla, ekmekle, silahla.


Üstümüze bakarken çağlar
her çocuk başı okşadığımız
suçlu bizmişiz gibi
büyüyor avcumuzda.

Gözlerinde bile
deniz dibi gözlerinde ölüler
askerler ve gemiciler halinde.

İhtiyar yüreği toprağın
buğdayı, elma'sı
korkuda.
Suskunluğum, utancım büyük
sıkıntım kara.
Gel dağıt mavini
kör kuyular uykuma.



Gökdelen


Buradayım, gökdelenin kapısında,
yine de tutuşmuş bir çöl gecesi
içimde. Sarsılıyorum feryatlar
ve patlamalarla. Sarılmak istiyor
boynuma bir kız çocuğu. Biri buz
bassa alnıma, uyansam karabasansı
gün düşünden. Dedektörle kontrol
ediyor görevli. Kendimi suçlu hissettiğim
anda, ötüyor cep telefonum.

Herkesin telefonu ötüyor zaten,
çarşaflının ve pantolonlunun, dazlağın
ve berelinin. Teknoloji bağımlısı
düşmanlar olarak bakıyoruz
birbirimize. Ürküyorum birden
turnikeyi geçmiş sıkmabaşlının zifirî
gözlerinden. Akıp gidiyor orada
tekinsiz gecenin arzuları. Hatlar
karışsa diyorum, dua edercesine;
karışsa ve aksa usulca içine sözlerim;
“beyaz ve alevli etini gördüm,
sezinliyor yaşlanan beden
bin bir biçimli kösnüyü. Ölümün
bir uzak, bir yakın gölgesini”.

Bitişik zamanlar! Girdiğim her izbe
bir giz açıklıyor. Anlaşılmaz paragraflar
şerhe tabi; her parazit, her görüntü
yeni bir tefsir. Orta sondaydım, okul çıkışı
geçerdim Cebeci koruluğundan. O gölgeli yolu
T.E.D. aldı sonradan. Eşref Üren
kurardı şövalesini yaz kış. Sigarasını yakmış
ve şöyle demişti ilk fırçayı vurmadan: “Savaş
belasıdır dünyanın. Ama biz dinginliği görürüz
doğada”. Kar kesilmişti farkına varmadan.

Gökdelenin kapısındayım, yeni haberler
bekliyorum. Uçup gitmiş ıslak
yaprakların kokusu;
uçup gitmiş çoktan.


Envanter


Çok az şey saklamışım yaşamımda;
ne bir fotoğraf var ilk aşklardan
ne bir mektup,
dostlardan beş on tane;
şunları yazmış Stockholm'den
Demir Özlü 1983'te:
"rahmetli Çiğiltepe'nin oğlunu gördüm
geçenlerde Helsinki'de,
sürüyorum geçmişin izlerini"
Hangi izlerin peşinden gittim ben
içimde bir mahşer beklentisi?

Çok az şey biriktirmişim yaşamımda;
hiçbir andaç yok babamdan,
verdiği mineli çakmağı
unutmuşum bir Amerikan Bar'da;
ah umursamaz gençlik!
Sımsıkı tutsaydım şimdi
avucum ısınır mıydı acaba?

Yığınla not var ama masamın gözlerinde:
şöyle "Üç Kör" başlıklısı: -Homeros,
Milton, Borges - İçgörü üzerine bir şiir
yazacaktım belki de. İşte bir başkası:
"Yolculuk": -Odysseia, Moby Dick,
Karanlığın Yüreği-
Belli : Çıkış ve Varis ya da
Başlangıç ve Son takılmış kafama.
Demek ki yetişemiyor insan
ne yapsa kendi tasarısına.

Kitaplardaki kenar notlarında kalacak
benim ardımda bıraktığım iz,
anonim bir kimlik olacağım;
bir sahaf dükkânında yıllar sonra
satılmış kitaplarımı karıştıran okur
bilemeyecek
satırların altını benim çizdiğimi,
geçmişe ve geleceğe karışa karışa.

İthaf sayfalarını da yırtmalıyım yavaş yavaş;
yığınla düş kırıklığı, yanılış;
yüzünü görmediklerim var,
yazdıklarını sevmediklerim.
Küskün ölenler oldu bana,
kimlere küskün öleceğim
ben acaba?