19 Mart 2010 Cuma

Kuzgun Acar




İnsanların yaşamlarında hiç beklemedikleri anda gelişen olayların nedenli önem taşıdığını zaman zaman hepimiz yaşamışızdır.

Eğitim hayatıma devam ederken öğrenim gördüğüm müzik öylesine önemliydi ki, gelecek günlerde hayatımı müzik belirleyecek diye düşünüyordum.

O yıl Türkiye ye gelmek zorunda kaldık.

Seviniyordum açıkcası, arada sırada tatillerde yaşadığım bu ülkeyi seviyordum.

Ancak müzik adına öğrenim göreceğim birimde bazı sorunlar çıkmıştı. Çok anlamsız bürokratik engellerdi. Türkiyedeki konservatuara devam edebilmem için bir sınava girmek zorundaydım ve bu sınav Almanya da geçirdiğim tüm yılları ret eden bir mantık içeriyordu.

Annemin çok iyi bir piyanist olması sebebiyle en azından piyanoyla ilgili sorunları halledebilirdim ama komik olan benim vurmalı çalgılar öğrenimi görüyor olmamdı. Tabikii piyano ana çalgı olarak heryerde öğretilen bir çalgıdır dünyanın her yerinde ama Türkiye de ki anlamsız yüklü programlar gerçekten insanı herşeyden soğutacak bir yapıya sahipti.

Babam durumu anlayabiliyordu da annemin anlayabilmesi gerçekten çok zordu.

Ve babam annemin anlayabilmesi için bir tek şey söyledi;

"Bak bu ülke de Türkiye komünist partisine üye olduğu için işsiz kalan son derece yetenekli bir sanatçı hayatını sürdürebilmek için balıkçılık yapar..."

Kimdi bu babamın söz ettiği sanatçı?

İşte ilk defa Kuzgun Acar adını babamla birlikte içinde bulunduğum garip durumda duymuştum..

Gecemi gündüzüme katarak anlamsız tüm sınavlarda başarılı olmuştum ama müzikten demeyeyim de bunun eğitiminden sıkılmıştım.

Ve arta kalan günlerimi Kuzgun Acar hakkında babama soru sorarak onunla ilgili bilgiler edinerek geçirdiğim zamanlarda , hayatımın dönüm noktası olan kararımı verip heykel okumaya karar vermiştim.

Bir idoldü benim için.

Pekii kimdir Kuzgun Acar?



28 şubat 1928- 3 şubat 1976

Türkiye de çağdaş heykel sanatının öncülerindendir.Demir, çivi, tel ve ahşap gibi malzemeler kullanarak gerçekleştirdiği yapıtlarıyla tanınır.

Yoksul bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirdi 1948 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi heykel bölümüne girdi,

Öylesine yetenekliydi ki henüz öğrenciyken ilk kişisel sergisini açtı ve 1961 yılında Paris Bienali’nde birincilik kazandı.Bu aldığı ödül onun burs kazanmasına sebep oldu ve Fransa ya giderek orada çalışmalarını yaparken Paris Modern Sanatlar müzesinde sergisini açtı.

Yazarken çok kolaylıkla yazılan bu cümlelerin ne denli önemli olduğunu bu işin içindekiler anlayabilir sanırım. Öyle kolay bir şey değildir yurt dışında önemli merkezlerde sergiler açabilmek.



Ama Kuzgun Acar da öylesine büyük bir farklılık vardı ki sadece Türkiye için değil, tüm dünya için önemli eserler verebilecek zekaya ve yeteneğe sahipti.

Ne yazık ki Türkiye İşçi Partisine üye olduktan sonra iş bulamaz duruma geldi ve hayatını sürdürebilmek için mesleğinin çok dışında işler yapmak zorunda kaldı.

Balıkçılık meyhanecilik gibi....

Bazı eserleri ise tartışmalara sebep oldu.Hatta sökülüp depolara kaldırıldı. Depolarda çürümeye terkedilmişken hurda olarak satıldı.

Aklımıza gelebilecek her türlü malzemeyi sanatında kullandı ve gerçekten çok büyük bir çığır açtı.

Şimdi ise;

1975 yılında Mehmet Ulusoy un Pariste sahnelediği Kafkas Tebeşir Dairesi adlı oyununa yaptığı maskların bir açık artırmada alıcı bulduğunu öğreniyorum.

Sevinmek ve üzülmek arası garip bir duygu içersindeyim açıkcası.

Bu denli önemli bir sanatçının eserlerini kaldırmak, hurda diye satmak, bir hiç yerine koymak ve daha sonra bu eserlerin değerlerinin anlaşılması , alıcı bulması içimde garip duyguların oluşmasına sebep oluyor.

Hiç kolay değil, sanatçı olabilmek hiç kolay değil aslında bunca sanatçı bolluğu varken...



Onun son derece mütevazi cümleleri geliyor aklıma;

"Heykel öyle de yapsan olur böyle de.Taştan,mermerden oyarsın.çividen demirden dökersin,çanak çömlekten bükersin.Hepsi de olur....Tepe noktaya bir yere koyarsın,süs olur;fırlatır atarsın, çöp olur......Ama bir işe de yaradı mı,o zaman öpülesiye,okşanasıya güzel olur,doğru olur."

Öpülesi okşanası eserlerdi Kuzgun yarattıkların....

" Yaptığım her yontuda mutlaka bir çığlık vardır."

Muhteşem çığlıklardı ve o çığlıklar duyulmaya devam ediyor...

7 Mart 2010 Pazar

Kadın düşünce biçimine anatomik dalış / Sanem Uçar




Sanem Uçar bir müzik öğretmeni. Çok iyi bir müzik öğretmeni olduğunu düşünüyorum. Çünkü onun müzikle ilgili seçimlerini, yada müzikle ilgili düşüncelerini yazdığı platformları takip ediyorum.Hepsi birbirinden değerli paylaşımlar.

Ancak onu müzik öğretmenliği kimliğinden sıyıran başka özellikleri de var. Çok iyi bir gözlemci ve bu gözlemlerini kaleme dökmede son derece usta bir kişi.

Çok beğendiğim bir yazı dizisini paylaşmak istedim.

Çünkü her satırı birbirinden değerli düşünceleri son derece objektif bir bakış açısıyla ortaya koyarken kimi zaman aralara kattığı espirilerle öylesine güzel bir hale sokuyor ki, okumanız bittiği zaman gülümsemeyle birlikte hoş bir tat kalıyor geriye...





Kadın düşünce biçimine anatomik dalış 1

Beni yakından tanıyanlar bilirler ki; yazdıklarım asla kurmaca değildir.Her zaman yaşanmış olayları, yada derin bilinç altında yaşadıklarımın su üstüne çıkmış halleridir cümlelerim.

Sizlere aktaracağım hikayede iki yıl önce yaşanmış bir olayın üzerine yazdıklarımdır.

Ancak uzun soluklu bir yazı olduğundan hepsini birden sizlerle paylaşamayacağım, bu sebeple bölümlere ayırmak zorundayım. Şimdiden sizlerden özür dilerim.


GERÇEK ENTELLEKTÜEL YEŞİLÇAM HİKAYELERİ 1


Şu meşhur ying yang sembolü her zaman ilgimi çekmiştir.Bir kadın ve erkeğin bütünlüğünü anlatan en güzel çizimdir bana göre.

Ancak bilinmelidir ki, tek tek ele alındığında erkek ve kadın cidden birbirinden ayrı bir dünya.

Hikayemizde kahramanımız bir kadın olduğu için kadın düşüncesinin yoğun olduğu gerçek bir öykü dinleyeceksiniz.

Eğer bir isim vereceksek buna;

Şüphe diyelim.

Ben iki yıl kadar önce okuluma Anadolu yakasından deniz otobüsünü kullanarak gidiyordum.Son derece rahat ve dakik bir araç. Özellikle sabahları cam kenarını seçiyordum ki, 20 dakikalık süreç içersinde azıcık ta olsa kestireyim.

Cam kenarına oturarak uyuklama pozisyonumu almıştım ki, yanımdaki iki boş koltuğa iki kadın oturdu. Epeyce dertli olduğu belliydi birinin, oturur oturmaz konuşmaya başladı. Hem de öylesine yüksek sesle ve heyecanla konuşuyordu ki değil uyumak neredeyse konuşmaya dalabilirdiniz.

Konu bir hayli ilginçti, kadının sevgilisi sanırım kadına ihanet ediyordu. Kadın bu konudaki haklı şüphelerini anlatıyordu.Diğeri de onu destekliyordu,

"Haydi yaaa, allah allahhhhhh" cümleleriyle. Arada bir fikrini de söylüyordu, onunda şüpheleri vardı ama başka bir yönde;

" Ya bu adam seni seviyor aslında yaaaaaaa, nasıl olur?!!!" neye inanacağını bilememenin derin şaşkınlığındaydı.

Konu bir hayli ilginçleşmeye başlarken çok sıkı fıkı oturma şeklimiz ister istemez bir yerden sonra kadınlarla beni göz göze getirdi, ve gülümsedik birbirimize. İnsanlara ait hiç bir şeye müdahale etmek gibi bir niyetim olmasa da öyle doğal bir ortam gelişti ki sanki bende arkadaşlarıymış gibi konuya girmiş buldum kendimi. Kadınlar bunu çok iyi başarır.

Dalma şampiyonlarıyız biz.

Öğretmen olduklarını öğrenince daha bir farklılaştı ilişkilerimiz aslında. Ama ne yazık ki iskeleye varmak üzereydik ve konuyu henüz halledememiştik. Hemen okullarına gidip gitmemeleri üzerine bir tereddütle karşı karşıya kalınca biz üç kadın iskelenin yanındaki çay bahçesinde konuya devam etme kararı aldık. Okullar aranarak yetkili kişilerle konuşuldu ve çok önemli bir iş dolayısıyla gecikeceğimiz söylendi.Hadi bu iki kişiyi anlayabiliyordum ama kendimi gerçekten anlayamıyordum.

Sana ne kızım !, çek git işine! Doğruları bilip yanlışı seçmede üstümüze yoktur açıkcası.

Bir erkek asla böyle bir şey yapmaz sanırım. İşine gücüne devam eder, ama biz kadınlar mutlaka sorunu masaya yatırıp ameliyat bile etmek zorunda hissederiz kendimizi.

Zor bir şey kadın olmak....

Başka bir zaman diliminde belki gözlerimizi oyabiliriz birbirimizin ama işin içine biraz merak girdiyse, ve ihanet gibi kokular alıyorsak hemen Voltran gücünü oluşturmada bizden daha iyilerini bulamazsınız.


Öğretmen olduğu için şüpheci kadın iki yıl önce bir kampanya kapsamında Avea hattı almış iki tane. Ve bir tanesini de sevgilisine vermiş.Öyle ya bedava konuşmak varken neden para versinler değil mi? Çok doğal bir şey. Önceleri bayağı kullanmışlar bu telefonu ama bakmışlar ki, zaten sürekli beraberler telefonla konuşma ihtiyaçları aslında pek te fazla değil.

"Zamanla bu telefon hattını birbirimizle kullanmamız yok denecek kadar az hale geldi" dedi şüpheci kadın. "Ama ben diğer faturalarımla birlikte onları da otomatik ödeme yaptığımdan bedelleri de ödeniyordu. Şimdiye kadar zarfı açıp ne kadar diye bakmak hiç aklıma gelmediğinden yırtıp atıyordum" dedi.

Ama iki ay önce niyese açmış zarfı.

Allahım ya bizleri seviyorum. Hiç sorunumuz yokken sorun çıkartmada üstümüze yoktur.

Faturada 22 konuşma varmış, ama bu konuşmanın 19 u tek bir numaraya aitmiş."Böyle düzgün bir fatura göremezsiniz" diyor şüpheci kadın.Sevgilisine hiç bir şey söylememe kararı alıp bir ay daha beklemeye karar vermiş.

İşte böyle de sabırlıyızdır.

O ayda durum hiç farklı değilmiş. İster istemez içine bir şüphe girmiş. Bu numara kime ait olabilir ? diye. Şüphe artan bir ivmeye sahiptir, dallanıp budaklanır ve hemen sorunu halletmek zorundasınızdır, yoksa asla rahata kavuşamazsınız.

Dayanamayacak duruma geldiğinde hemen aramış numarayı ve karşısına bir kadın çıkmış tabii....

İki tane birbirini tanımayan kadın "kimsiniz?" "asıl siz kimsiniz?" sorularını soruyormuş.Bizim şüpheci kadın dehşet içinde ama kibarlığı elinden bırakmak istemeyen ve karşısındakine güçsüzlüğünü de belli etmek istemeyen bir ses tonuyla, "sanırım yanlış numara..." diyerek telefonu kapatmış.


Bir an ne yapacağını bilmez bir şekilde dolanırken telefonla sevgilisine bu durumu anlatmaya karar vermiş.

Yani işte bu doğru karar, hiç eveleyip gevelemeden kaynak kişiye ulaşmak lazım.Doğru olan budur tabii ama garip bir güdüyle yan sokaklara sapma işini kadınlar çok iyi becerir.

Ve telefonu açarak numarayı söyleyerek " şu numarayı tanıyor musun? " diye soruvermiş.

Şunlar, şunlar oldu, böyle bir durumla karşılaştım gibi açıklayıcı bir cümleyle giriş yapılmamış, sadece sorulmuş;

"Şu numarayı tanıyormusun?"

Bir an için sanırım ben böyle bir soru sormazdım diye geçirdim içimden ve;

Bu soruyu pek adil bulmadığımı söyledim şüpheci kadınımıza. Çünkü şu anda bana kızımın telefon numarasını sorsanız söyleyebilecek biri değilimdir. Ezberimde kendi numaramdan başka bir numara yok mesela.Zaten bu sebeple de cep telefonu benim için rehber görevini yerine getiriyor.

Bu soruya "hayır bilmiyorum" yanıtını çok rahatlıkla verebileceğinden onu kapana kıstırdığını düşüneceksin, ama o doğru söylemişte olabilir "bilmiyorum" diyerek diye fikrimi koydum ortaya.

Şüpheci kadınımız bana katıldığı gibi daha da ileri boyuta götürdü duygusunu. "Adil olmamasının ötesinde adice de biliyorum" dedi.

Ne olduğumuzu ve ne yaptığımızı çok ince detaylarına kadar bilmemize rağmen saf ve haksızlığa uğramış rolü yapmada üstümüze yoktur aslında.

Ama şüpheci kadınımız gerçekten ilginçti ve beni şaşırtmaya devam ediyordu.

"Böyle bir cevabı tabikii biliyordum, ama o numarayı arayıp karşımda bir kadın olduğunun farkına vardığımda duyduğum incinmenin tarifi mümkün değil" diye sürdürdü sözünü.

Nedenini bilmeden kendi doğrularımızla başka hangi canlı türü kendine eziyet etmeyi sever dersiniz?

Şüphenin gerçek olma ihtimali ne kadardır? Daha doğrusu şüphe içinde gerçekliği barındırır mı?

"Böyle durumlarda barındırmamasını öylesine çok arzuluyorsun ki ama şüphenin gerçeğe dönüşmesi durumunda parçalara bölünüyorsun.Yanılmış olmayı bir çok defa istemişimdir ama elim o telefona giderken ki gibi yoğun hissettiğimi hiç hatırlamıyorum " dedi.

Diğer kadınla birlikte tüm dikkatimizi şüpheci kadına vermiş dinlemeye devam ediyorduk.

"İster istemez bir öfkeye kapılıyorsun, ve bu öfke öyle sıradan bir öfke değil,kendini ve karşındakini yok etmeye bile gidebilecek ama kendini dizginlediğin bir öfke. Bu da seni saçma sapan davranmaya itebiliyor hiç kuşkusuz" diye sürdürdü sözlerini.

Tabikii bizim adamımızın da cevabı, "Hayır bilmiyorum ama bakayım olmuş".

Beklemekten hepimiz nefret ederiz ama kendi ellerimizle nefret ettiğimiz duruma düşme şampiyonluğunu da kimseye kaptırmak niyetinde değiliz sanırım.

Bir süre sonra şüpheci kadınımızı aradığında "evet bildiğim bir numaraymış" diye itirafta bulunmuş.

"Pekii bu konu hakkında neler söyleyeceksin ? "diye sormuş şüpheci kadın.

Aman dedim büyük hataaaaaaaaaaaa!!!!!!!

"Çünkü cevap belli. Eğer akıllı bir adamsa saldıraya geçecektir.Şu ana kadar yalan söylemedi, ama sen farkında olmadan içinde yarattığın senaryolarla öze girmeyerek farklı bir yalanın içindesin ister istemez. Bir ilişkinin temeli güvene dayanır, sen bu güveni duymayıp bunu sorguluyorsan, asıl konuşulması gereken bu diyecektir" dedim.

"Aynen" dedi şüpheci kadın "aynen bu anlama gelecek laflar söyledi"

Beklenmedik cevaplar karşısında kişilerin davranışları farklı da olsa da genelde aynıdır. Bir kaç saniyelik duraksama kişinin zekasına ve yeteneğine göre kozları karşı tarafa geçirebilir.

İşte erkeklerin de usta oldukları yönlerden bir tanesi de budur.

"Ne yaptığının farkında mısın?" diye sormuş bir de şüpheci kadınımıza, "bir ilişkiyi zedeleyebilecek ve derin bir yara almasını sağlayacak bir tavır sergiliyorsun. Durum sandığın gibi değil, eğer cevabı gerçekten istiyorsan sana bunu açıklarım ama şimdi değil."

Diğer kadınla birbirimize baktık, hiç bir şey anlamamıştık gerçekten.Kişileri tanımış olsaydım, belki bu denli şaşkınlık yaşamayabilirdim, ama garipleşmeye başlayan bir hikayenin tam ortasındaydım.

Şimdi açıklayamam.... beynimde bu cümle yankılanıyordu. şimdi açıklayamam...Bir çeşit öç duygusumuydu bu?

"Şimdi açıklayamam..."

Neden?....



GERÇEK ENTELLEKTÜEL YEŞİLÇAM HİKAYELERİ 2

Sanırım; "Şimdi açıklayamam" sözcüğünde asılı kalmam da en büyük etken yaşama bakış penceremde ışığın direk olarak gelmesini istememdir. En kısa yol daima tercihimdir ve doğal olarak ne kendimin bir bekleyiş içinde olmasını ne de karşımdakine bekleyiş yaşatmayı pek sevmeyişimdir.

Yaşamın kendisi bir bekleyiş değilmidir zaten ve bir de biz bu bekleyiş içersine başka bekleyişler eklediğimizde duyulan sancıya olan tahammülsüzlüğümdür belki de....

Evet bu bölümüde de bir ad verecek olursak; bekleyiş olabilir mi?

Bekleyiş...

Tüm bekleyişler sıkıntılı ve sancılıdır.Şüpheci kadınımızı tanıdığım zaman sevgilisinden gelecek yanıtı bekleyen ve bu bekleyişe tepkisini göstermeye çalışan bir tavır gösteriyordu.

Oysa çok iyi biliyorum ki biz kadınların dudaklarından dökülen sözcüklerle beynin kıvrımlarında dolanan sözcükler arasında oldukça büyük farklılıklar vardır.

Söylediklerimizdense söylemediklerimizin anlaşılmasını istemek gibi garip bir alışkanlığımızda vardır üstelik.Ve bir de bu duruma "anlaşılamamak " gibi duygusal bir boyutta katabiliriz.

Şüpheci kadınımızın beklediği telefon henüz gelmediğinden sıkıntılı olduğunu her fırsatta ortaya koyması beni daha da geriyordu açıkcası.

Eğer sorun buysa yapılacak şey çok basit benim için.

Bir anda asılı kaldığım yerden koparak "çok anlamsız! "dedim. Sanki kendi iç sesimle yüksek sesle konuşuyormuşum gibi bir duyguyla şüpheci kadınımızın; " anlamsız olan nedir?" sorusuyla irkildim.

Aslında içimden; "herşey anlamsız" demek geliyordu. Garip bir şekilde toparlamakta zorlanıyordum anlatılanları, sanki puzzle da bir kaç eksik vardı ve tamamlanamıyordu kafamda hikaye.Ve kendimi biliyordum ipler kopmak üzereydi bende. İşte o ipler koptuğu zaman gelecek kelimelerimden kendimde korkarım.Bir anda tanıdığım biri için anlamsızlıklar yapmaya devam ediyordum ama kalkıpta;

Ya kardeşim sen manyakmısın demek geçsede aklımdan, etrafa yayılmış olan anlamsız entellektüel duruşa bende kendimi kaptırmıştım ve çok kibardım.

Gerçekten içimizde fırtınalar kopsa da etrafa meltem rüzgarı yaymada ki becerimiz bizi yok mu ediyor var mı ediyor anlayabilmiş değilim açıkcası.

Anlamsız.... dedim ve çok saygın bir duruşla konuşmaya devam ettim.

"Şu anda beklemekten şikayetçiysen, ki çok haklısında, beklemek kolay bir şey değildir. Neden sen aramıyorsun sevgilini, ya da yanına gitmiyorsun" diye soruverdim.

Dürüst olayım mı?...

Bu soruyu sormadan önce saniyenin bilmem kaçtı kaçı bir hızla aklımdan çok eski zamanlardaki romanlar geldi.

İki sevgilidir bunlar ama bu zaman diliminde okuduğunuzda onları yabancı sanırsınız:

"Siz benim ey nur yüzlü dilberim. İzin veriniz elinizin kokusu sinmiş mendilinizi yüreğimin en kutsal yerinde muhafaza edeyim..."

Bizim şüpheci kadınımızda içi içini yerken hala sevgilisinin kendisini aramasını bekleme anında kime neye , hangi olguya karşı bir bekleyiş içindeydi anlayabilmiş değildim.

Bir iş randevüsüne gitmişizdir ve karşımızdaki YABANCI kişi bizi sonra arayacağını söylemiştir. Ve bizde merak içinde olsak dahi ayıp olmasın diye aranmayı bekleriz, aramadan.Bir yabancıya karşı bu durumu anlayabiliyordum ama iki sevgilinin yabancı birine karşı göstereceği tavrı sergilemesini anlayamıyordum.

Gerçekten entellektüel bir tavır sergilemek çok zor olsa gerek. Ve hiç entellektüel biri olmadığımı keşfettim o an.

Sorumun yanıtı diğer kadından geldi.

"Son zamanlarda hatta aylarda diyebiliriz onun işle çok sıkıntısı vardı. (Kimin yoktu ki?)Bir kaç aydır bazı işlerin peşinden son günlerde de onu rahata çıkaracak çok önemli bir projenin peşinden koşturuyor.Onu yakalamak çok zor. Ama ben uygun zamanı bulduğu anda arayacağını biliyorum" derken bir eliyle şüpheci kadınımızın elini tutuyordu.

Sizi bilmem ama ben bu kadar iyi niyetli değilim, ama yeni tanıdığım birine de;

"Kardeşim sen gerçekten manyaksın.Sevdiğini söylediğin kişi seni tanıyan biri. Tanımasa bile, bir insan bekleyiş içindeyse ve bunlar sevgiliyse öncelik senin tatmin edilmendir, başlarım işe de güce de" demek geliyordu ama yapamıyordum. "Uzun ve detaylı konuşmaları sonraya erteleyebilirsiniz bu olayı irdelemek için ama verilecek kısa bir cevapta bekletilemezsin. Bekletilmemelisin bu haksızlık" diyemedim.

"Ve iki sevgilinin sanki yabancıymış gibi konuşulanlara sadık kalarak, o konuşma metninin dışına çıkmayarak sanki aranızda gizli kurallar silsilesi varmış gibi gözüken anlamsız duruşlarınızı hiç anlayamadım. Sahii siz nasıl sevişirsiniz?" hiç diyemedim.

Zaman dolmuştu ve hepimiz okullarımıza gitmek zorundaydık. İşte o arada birbirimizden telefon numaralarımızı aldık ki birbirimize yardımımız dokunsun.

"Seni ben aramayacağım " dedim. "Sıkıldığın anda beni sen ara. Çünkü şu anda çalınan bir telefon sesinin ardından duymak istediğin ilk sesin kime ait olabileceğini biliyorum.Seni aradığım anda o kişi olmadığımı fark ettiğinde yaşayacaklarını yaşatmak istemiyorum"

Hafifçe güldü ve "hiç tanımadığın biri senin için dikkatli olabilirken sevdiğin kişi dikkatsiz olabiliyor, bu da acıtıyor beni" dedi.

"Hiç üzülme " dedim, "şarkılar boşuna yazılmamıştır, bak ne demiş Zülfü;"

Kardeşin duymaz eloğlu duyar....

"Var bir bildiği adamın."




Tahmin edersiniz ki gün boyunca zaman zaman aklıma şüpheci kadınımız gelmedi değil....

Tüm hızıyla entellektüel yeşilçam hikayeleri devam ediyorken ben başka senaryolarda yazıyordum:


GERÇEK ENTELLEKTÜEL YEŞİLÇAM HİKAYELERİ 3

Yalnız bazen; "çok adimiyim?" diye içimden de geçirmiyor değilim.Şüpheci kadınımızın içinde volkanlar patlarken nasıl ders yaptığını merak ediyordum mesela. Gözümün önüne ders anlatışı geliyor ve kendi yazdığım senaryoda şüpheci kadınımıza sürekli saate bakma rolü veriyordum.

Öğretmen olmak için formasyon derslerine girdiğimde bir öğretmenimin bir cümlesi yankılanıyordu kulaklarımda;

"Çocuklar, öğrenciler zaman zaman sizden bir adım önde olabilirler(aslında hep bir adım önde olmalılar...)bilmediğiniz bir soruyla karşılaştığınızda sakın "bilmiyor "durumuna düşmeyin. Çok güzel bir soru, arkadaşınızı alkışlayın bakalım ve şimdi bende bu güzel soruyu hepinize ödev olarak veriyorum, bir sonraki derse herkes bu soruya hazırlanmış olarak gelecek, anlaşıldı mı?!!!!!"

Acaba şüpheci kadınımızada bir öğrenci kendisi için çok önemli ama o andaki koşulda şüpheci kadınımız için son derece anlamsız bir soru sormuş olabilirmiydi? Ve şüpheci kadınımızda bu şekilde bir formasyon dersi aldıysa nasıl bir cevap vermiş olabilirdi?

Sabit bir konu varken, detaylarda boğulmak ve akla gelmeyecek soruları sormak bizlere özgüdür. Çok soru sormamıza rağmen detaylarda boğulma alışkanlığımız sebebiyle sorularımızın yanıtlarını bulan erkekler yollarına devam ederken sanattı, bilimdi ve bunun gibi bir çok üst yapı kuruluşlarında ataerkil düzenin bizlere verdiği rolü ustalıkla oynayan biz kadınlar Marduk tarafından yer altına itilmiş mağaralarımızdayız, inanın...Ve severiz o mağaralarımızı da...

O gece telefonum sık aralıklarla çaldı. Şüpheci kadınımızı arayan soran yoktu.Dayanamadım "ara şu adamı!" dedim.Onu ikna etmek çok kolay olmadı ama sonunda aradı adamı.

O gecenin sonunda telefonum son kez çaldığında şüpheci kadınımız beni arayarak adamın kendisini cuma günü arayacağını ve konuyu aydınlığa kavuşturacağını söylediğini aktardı.

İnanmıyorsunuz değil mi?

İster inanın ister inanmayın telefonun ucundaki ben "nasıl yani? " sorusunu soruyor ve alık alık bakıyordum kesinlikle.

Biraz daha beklenecek anlamı taşıyordu bu.

Gerçekten mağaralarımızdan çıkmaya niyetli değiliz.Yüzyıllardan beri bizlere verilen rol öylesine tüm hücrelerimize işlemiş ki zıvanadan çıkmış olsak bile bu büyük insafsızlık karşısında "canın cehenneme, ne yaptıysan yaptın, .....git gidebileceğin yere demekten ne kadar uzak ve aciz bir durumdayız. Bu anda eylem olarak bunu başarabilmiş kadınlar olabilse bile , beyinlerinin bir köşesinde hiç dinmeyecek bir merak ve kabul edememe tortusunu hep saklayacaklardır.Anlamsız hareket etme rolümüzde bu merak gizlidir."Acabasız" bir dünyamız yoktur bizim.

Şüpheci kadınımız hakkında şu anda bunları yazarken son derece pasif,garip bir kimlik oluşturuyor olmuş olsam da hiç te yabana atılmayacak bilgi birikimine sahipti aslına bakarsanız.Kuşkusuz yaşantısının bu bölümünün haricinde sergilediği rol bundan çok daha farklı ve olgun bir roldü. Ama öylesine parçalanmış kimliklerimiz var ki bizlerin hangisinin biz olduğunu zaman zaman biz de bilmiyoruz aslında.

O beklenen cuma gelecekti ve konuşacaklardı kahramanlarımız.Yaşananların gerçeğinde kendimize ait pencerelerden gördüklerimiz birey olarak bu kadar mı farklılıklar gösterebilir?

Ortak minicik bir payda yokmudur ?




İnsanların her anlamda bir kırılma noktası vardır.O kırılma anından sonra olup bitenlerin çok fazla önemi yoktur.

Benim kırılma noktam çoktan oluşmuştu bu olayda. Doğrusunu söylemek gerekirse kendiliğinden başlayan bu garip arkadaşlık devam ediyor olsa da hikayenin kendisiyle çok fazla ilgilenmiyordum.

Şüpheci kadınımız kuşkusuz benim için önemliydi, insandı herşeyden önce ve aklı karışmış, tedirgin biri olarak konuşacak birilerini araması normaldi ve bu kişinin de ben olması benim seçimimdi. Doğal olarak bu "kabul "ile hikayenin kendisinden çok kişilerin duygu ve düşüncelerinin çeşitliliğine bir kez daha şaşarak dinleme pozisyonundaydım.

Bernard Show her ne kadar; "İnsana ait hiç bir şey beni şaşırtmaz "dese de ben şaşırmaya devam ediyordum ve sanırım her zaman şaşırmaya da devam edeceğim

GERÇEK ENTELLEKTÜEL YEŞİLÇAM HİKAYELERİ 4

Bilirsiniz zamanın hızı aslında hep bilindik bir hıza sahip olsa da bizler için bazen zamanın ayağına tonlarca yük bağlanmış gibi gelir. Şüpheci kadınımız içinde zaman geçmiyordu. Bir an önce cuma gününün gelmesini beklerken zamanı hızlandırabilmek amacıyla beni aradığında yüz yüze konuşup konuşamayacağımızı sordu.Uygun olduğumu söyleyerek evimin adresini verdim ve bir kaç saat sonra evimin balkonunda biralarımızı yudumlarken bu iyice dağılmış kadını ve anlattıklarını dinliyordum.

Bu bölüme bir isim verecek olursam;

"Cevap verilmiştir!"

olsun derim.Çünkü şüpheci kadın konuşmaya bu cümleyle başladı.

"Cevap verilmiştir!" biliyormusun cevap aslında verilmiştir dedi bana.Çünkü tek bir cevap vardı ona göre ve o da benim yanıldığımdı.Neden, niçin, nasıl gibi soruların önemi yokmuş. Olayın yüzlerce açılımı varmış ve bu yüzden de bakış açısı çeşitlilik gösterirmiş ve gerçek her kişi için farklı olabilirmiş."

Öyle bir hale gelmişti ki şüpheci kadınımız artık işin aslı yani, telefondaki numaranın dışında, olayın akış diliminde yaşadıkları çok daha ağır gelmeye başlamıştı.

Hak veririz yada vermeyiz bu konu da bir şey demiyorum şimdilik, ama süreç içersinde şüpheci kadınımızın kendini sorgulayan,kendisine yabancı bir sürü davranış göstermiş olmasının sıkıntısı daha ağır basıyordu.

"Öyle bir hale geldim ki" dedi, "kendimden şüphe etmeye bile başladım.Acaba durduğu yerde sorun çıkartan, şımarık birimiyim diye kendi kendimi sorguladım. Olay çok basitti işin ilk başlarında, basit bir cevaptı aslında istediğim, ama bildiğin gibi bu cevap bir türlü gelmiyor ve bir yerde dolaylı olarak suçlanıyordum."

"Biliyormusun" diye devam etti......"İhanet yada kıskançlık rüzgarları değildi dağılmama sebep olan. Evet biriyle çok özel bir görüşme yapılmıştı ve bunu inkar da etmedi bildiğin gibi, ama olması gereken bir şeydi bu diye direnmesini hala anlayabilmiş değilim."

Bende kıskançlık denilen olgunun hastalıklı hali hariç yok sayılmasına ve bu gerçeğin aşağılanmasına hiç anlam veremiyordum ama susmaya devam ediyordum.

"Bizlere ihanetin yada aldatmanın çok basit tanımları öğretiliyor. Bu konuyla ilgili belli kalıplar var beynimizde. Ama ihanet öyle sıradan bir şey değil ve bizlere öğrettikleri gibi de bir şey değil. Bir adam yada kadın arasına farklı birinin girmesi, nayır nolamazlarla dolu bir anlayışımız var ihanetle ilgili olarak.

İhanetin aslı nedir?

Beraber olduğun birini ne adına olursa olsun, bir anlık yada bir sürelik bir yere koymak ve onun ona en çok ihtiyacı olduğu anda bu ihtiyacı görmemezlikten gelmek ve bir başkasına hangi konu da olursa olsun kanalize olmak. Ve kanalize olurken diğerine haber vermemek.

İhanetin özünde saygısızlık vardır. Onu görmemek yada hiç yerine koymak vardır." Dedi.

Kullandığı bu cümle de en fazla;"Beraber olduğun birini ne adına olursa olsun, bir anlık yada bir sürelik bir yere koymak ve onun ona en çok ihtiyacı olduğu anda bu ihtiyacı görmemezlikten gelmek ve bir başkasına hangi konu da olursa olsun kanalize olmak" kısmını sevmiştim. Güzel bir tanımlamaydı o an için.

İhanet yada aldatma konusunda düşüncelerimi söyleyecek olsam neler olur diye aklımdan geçirdim bir an.Çünkü böyle bir kavram yok aslında.Nasıl ki, doğumla ölüm arasındaki mutlak çizgide en büyük gerçeğimiz başlangıç ve bitişse bu gerçeği ört bas etmenin farklı bir açılımından başka bir şey değil ki ihanet. Tek bir kelimeyle özetlenebilir aslında bu kelime, yeni bir kelimede değil açıkcası, ne mi?; BİTİŞ sadece.

Ama insanlara duymak istedikleri şeyleri söyleme konusunda uzmanlaşmıştım artık.Gerçeği söylesek bile kulaklarımız duyduklarını değil içindeki sesi duymuyor mu?

Kesinlikle doğru dedim , çok doğru ve mantıklı bir yaklaşım daha doğrusu tanım. Evet bizler, ihanet dediğimizde bir adamın yada kadının bir başkasıyla cinsel ilişkisini gözümüzün önünde canlandırırız. Ama anladığım kadarıyla senin olayında böyle bir şey yok. Sadece bu süreç içersinde sevdiğin adamın bir başkasıyla ne adına olursa olsun bir muhabbeti söz konusu. Bir çok şeyi içinde barındırabilir bu konu. Son derece masum da olabilirler. Hatta bu kişi bir erkek arkadaşı da olabilirdi.Burada önemli olan sen huysuzlanmaya başladığında net ve açık olabilmek, öncelikle bunu yapmadı bu adam.

Gözleri parladı bir anda bu cümlemi duyunca. Onaylanmak en büyük isteğimiz sanırım.Ancak ben her ne kadar insanlara duymak istediklerini söyleme konusunda uzmanlaştığımı iddaa etsem de, nefret edilmeyi göze alarak çoğunlukla, bildiğimi de söylemekten kaçınacak biri de değilim.Bir seçim yapmalıydım ya oyalayacaktım yada.....

Devam ettim;

Ama kusura bakma sadece o değil, sen de net değilsin ki, insana ait bazı duygular çoğunluk tarafından ilkel dahi bulunsa yokmuş gibi davranmada sen de ustasın.O fatura da birbirinin aynısı 19 telefon numarasını gördüğünde ilkel benliğinde kabaran duyguyu yok saymakla başladı anlamsızlık senin için.

Oysa bu duygu senin, sana ait,ilkel, kötü,çirkin kim ne derse desin "gerçekler daima güzeldir" dediğimde eski bir dostum bu cümlemi yıllarca tartıştı, hala da iç dünyasında tartıştığından eminim.Ve sana ait bir gerçeği yok sayarak farklı bir davranış şekli göstermen artan bir ivmeyle volkana dönüşmedi mi?

Düşman arama be dostum, en büyük düşman kendi içimizde oysa.

İlk defa takdir ettim aslında arkadaşını;

Cevap verilmiştir....

Cevap verilmiş , gerçekten cevap verilmiş , hemde bir çok konuda, hemde şimdi değil, çok daha önceden....

O biraz önce parlayan gözlerde yaşlar ha aktı ha akacak konumundayken birasından bir yudum aldı ve sessizce tekrarladı cümleyi;

Cevap verilmiştir...





"Cevap verilmiştir!" cümlesinin içerdiği gerçek anlam şüpheci kadınımızın tüm hücrelerinde duyumsanırken, etrafa dağılan hüzün zerreciklerinin başka hangi olayları, hangi kırılmışlıkları barındırdığını bilmiyordum.

Kendimizi korumak adına bazı zırhları kuşanırız. Böyle anlarda domino taşları gibi ardı ardına yıkılır oluşturulmuş zırhlar. Son domino taşına geldiğimiz andaki çıplaklığımız ise asıl gerçekliğimizdir. O son domino taşının yıkılışı doğum esnasında çekilen sancılardan sonra kucağa verilen çocuğu kollarımıza aldığımız andaki duyguya benzer bir duygudur.Yorgun, tükenmiş zorlukla aldığımız nefes arasındaki belli belirsiz gülümsemedir.



İçinde herşeyi bulabileceğiniz yeniden doğuşun ve başarının gülümseyişi...
Ve kadının var olduğu andan beri sahip olduğu doğa tarafından verilmiş bu güç ne yazık ki bilinen anlamda kabul görülen tek başarıdır aslında.

Kadına biçilen güçsüzlük imgesi altında yaşamaya mahkum edilmişken edilgen kimliğimizin etken olduğu tek an.

İşte şüpheci kadınımızında o dağılmış yüz ifadesinde bir çok anlamda yanılgıları ve kaybedişleri görebilsekte, garip bir aydınlanma da yok değildi hani....

Tahmin edersiniz ki artık şüpheci kadınımız içinde cumanın,veya adamın anlatacaklarının pek önemi kalmamıştı. Doğal olarak o "cuma " hiç gelmeyecekti. Adam onu telefonla arayıp cuma günü için randevü verdiğinde;

"önemi yok" diyecekti.

Ve yine tahmin edersiniz ki verilen bu cevap adamı çileden çıkaracak; alışagelmiş genel kanılarla; "siz kadınlar.... " diye başlayan bir söyleve tanık olacaktı şüpheci kadınımızın kulakları.

Evet, biz kadınlar, beklenmedik zamanlarda beklenmedik davranışları gösteririz.Alışılan davranışların tersine çıktığımız da anlaşılmaz olmak kaderimizdir aynı zamanda.

Büyük bir sabırla karşı tarafın söylevini dinledikten sonra "hayır söylediğin gibi değil, sadece anlamı kalmadı açıklamanın" diyerek bunun nedenlerini anlattığında, geriye dönüşü olmayan yolda olduğumuz anlaşıldığında yine kendimiz için hissedilen bencilliğin yalnız olmayı pek istememek eyleminin çırpınışlarını sergileyecekti adamımız da.

Böyle anlarda erkeklerin bıcak açmayan ağızlarından dökülmeye başlar kelimeler.Zamansızlıktan yakınarak hep yoğun olunan ve bizler için paylaşılmayan bir çok anlar önümüze düşünemeyeceğimiz kadar büyük bir zaman kapısı şeklinde seriliverilir aynı zamanda.

Duymayı hep istediğiniz sözcükler, yada hissetmek istediğinizi yumuşaklık, sıcaklık nihayet size bahşedilmeye başlamıştır.

"Aslında seni üzmek istememiştim" giriş cümlesi genellikle yapılır.

Biz kadınlar bilinen anlamda gevezeliğimize rağmen susmayı çok iyi biliriz aslında.Var olduğumuz andan itibaren bizlere sunulan rollerimizde erkeğin elini kiriyizdir.Böyle onlarca ellerinin kirleri bizlere bir şekilde anlatılırken bazen asıl anlatılması gereken kirleri anlatmayı unutur erkekler niyese.

Adamımızda anlatmayı unuttuğu bir kiri anlatacaktı süpheci kadınımıza.

"Seni üzmek istememiştim sadece...."zorunlu giriş cümlesiyle başlayan bir öykü gelecekti ardından.

Oysa bilmezler ki geçmişe ait anlatılan her kir de tek olmadığımızı bilmemize rağmen iç dünyamızda tek olma isteğimizin buruk bir bakışıyla dinlerken anlatılan kirleri, şu anda yanında ki kişi olmanın garip mutluluğuna takılı kalırız çoğunlukla.

Kendi geçmişimizi ise özenle saklarken,bu anlamda kelimeler cımbızla çıkar dudaklarımızdan ve karşımızdakine biricik olma özelliğinide veririz biz kadınlar.


"Aslında seni üzmek istememiştim" diye başlayacaktı adam sözlerine ve devam edecekti;

"Bundan beş yıl önce bir kadınla beraberdim.O zamanlar kadının 15 yaşlarında bir kızı vardı. Güzeldi herşey önce ama çok sonra her zamanki anlamsızlıklar yaşandı ve bizde bitirdik.

Bir kaç ay önce narkotikte bir arkadaşımı ziyarete gittiğimde 20 yaşlarında peşmurde kılıklı uyuşturucu müptelası bir genç kız bana ismimle hitap etti. Kim diye baktım ama tanımadım. "Beni tanımadın mı? diye sorup adını ve annesini söyleyince beş yıl önce beraber olduğum kadının kızı olduğunu söyledi.

Yapabileceğim bir şey yoktu, çekip gidecekken beş yaşında bir kardeşi olduğunu söyleyince durdum.Ve bana o çocuğun babası olduğumu söyledi.Doğru olup olmadığını bilemezdim. Doğru olduğu kadar yalan olma olasılığı da vardı....

(Bu hikayeye neden gerçek entellektüel yeşilçam hikayeleri dediğimi şimdi anlıyormusunuz? "Size baba diyebilirmiyim" repliğinin olmaması şaşırttı beni bilesiniz)

Bir şekilde iletişime geçtim ve çocuğun babası olmadığımı öğrendim.

(nasıl?...dna testi falan mı acaba? hiç sanmıyorum, kaşına gözüne bakıp yok bu benden değildir şeklinde bir bilimsel açıklamadır kesin)

İşte bu süreç içersinde yaptığım telefon konuşmaları bu işi çözmek adınaydı.Sana daha önceden söylemeliydim ama yapamadım, dedim ya üzmek istemedim...."

Şüpheci kadınımız bunları bir okul çıkışı tıpkı başlangıç anında oturduğumuz cafede arkadaşıyla bana anlatıyordu.Adamımızın anlattığı hikayeye inanıp inanmama arasında açıkcası ben hiç bir gelgit yaşamıyordum ama susmayı tercih ediyordum tabii. Şüpheci kadınımızda bu anlamda gelgitler olmasına rağmen ibre "inanmamak" yönündeydi. Gerçi doğru olsa bile hikayenin gerçeğinde değildi artık ama şüpheci kadınımızın arkadaşı kesinlikle doğru olduğuna inanıyordu.

"Yok!!! doğrudur, anlatamamıştır, ya, hani bazen elimiz ayağımız bağlanır kalır ya öyle olmuştur.... "

Konuşmaları dinlerken bir yandan da aslında biz kadınların huysuzlanmaya başladığımız an da ne kadar haklı olduğumuzu bir kez daha görmüş olmanın gerçekliğindeydim. Yanılmış olmayı bir çok kez isteyen şüpheci kadınımız bir şekilde son derece ampirik bir yöntem de olsa, kadınsı güdüleriyle haklı çıkmış olmasının şaşkınlığında ve kabul edilmezliğindeydim.

Şüpheci kadınımızın arkadaşı ise ısrarlı konuşmasına devam ediyordu;

"Yok yok, mümkün değil, kesinlikle anlattığı doğrudur, tamam bu süreçte üzüldün ama seni üzmek istememiş işte anlasana yaaa, seviyor bu adam seni!!!!!"

Artık dayanamayacaktım ve bir tek cümle çıkacaktı ağzımdan sonrada kahkahalarla gülmeye başlayacaktık, ya gerginlikten, yada başka bir şeyden, bilemiyorum...

"dee gettttttttttttt!!!!!"

Yazan; Sanem Uçar

4 Mart 2010 Perşembe

Federico García Lorca 1898-1936



Anne.

Gümüş olmak istiyorum.


Küçücüksün,
çok üşürsün sonra.


Anne.
Su olmak istiyorum


Küçücüksün,
çok üşürsün sonra.


Anne,
yastığına oya beni.


Bak işte olur,
hemen şimdi.



Onu genellikle şiirleriyle tanıyoruz. Oysa tiyatro için yazdığı oyunlar, kısa oyunları, ressam kişiliği, piyanist yönü ve besteleri olan İspanyol sanatçıdır.

Ne yazık ki 38 yaşında milliyetçi partizanlar tarafından 1936 yılında katledilmiştir.

Çevresinde apolitik sanatçı olarak tanımlansa da,Katolik Kilisesini, Nazizmi eleştiren yönüyle tanınır.

Şiir denilince ilk aklıma gelen sanatçıların başında geliyor. Şiirde sembolizmi sevdiğim içindir belki ve Lorca bana göre sembolizmi en güzel yansıtan sanatçılardan bir tanesidir.

Umarsız Aşka gazel

Gelmek istemiyor gece
Ne sen gelebiliyorsun o yüzden
Ne de ben gidebiliyorum.
Ama ben gideceğim.
Akrepten bir güneş şakağımı yesede.
Ama sen geleceksin.
Dilin tuzlu yağmurlarca yakılmış.

Gelmek istemiyor gün.
Ne sen gelebiliyorsun o yüzden.
Ne de ben gidebiliyorum.
Ama ben gideceğim.
Kurbağalara atarak ağzımda çiğnediğim karanfili.
Ama sen geleceksin.
Çamurlu lağımından karanlığın.

Gelmek istemiyor.
Ne gün,
Ne gece.
Ölebiliriz o yüzden.
Ben senin uğruna.
Sen de benim..

General Franco'ya bağlı faşist yönetim tarafından yargılanmaksızın kurşuna dizildiğinde henüz otuz sekiz yaşındaydı. Öldürülme nedeni olarak da sivil muhafızlar için yazdığı şiir gösterildi.

Karadır atları, kapkara
nalları kapkara demir
pelerinlerinde parıldar,
mürekkep ve mum lekeleri
hepsinin de kurşundan beyni
yoldan aşağı çıkageldiler
o çılgınlar, o gececiler
boğdular geçtikleri yeri...


Delik deşik bedeni bir gün sonra yol kenarında bulundu. Ölüm tutanağında ise şunlar yazılıydı:

"Savaşın doğurduğu yaralar yüzünden ölmüş olup, cesedi yirmi ağustosta viznar alfacar yolu üzerinde bulunmuştur."

Ayağı Karıncalı

Yalnız bir kadın sanmıştım önce
Oysa kocasını aldatan biri
Irmağın orda buluştuk
Gece Santiago gecesi

Işıklar sönüp birer birer
Yanmaya durunca ateşböcekleri,
Son birikintisinde şehrin
Dokundum uykulu memelerine

Türkülü çiçeklerin dalları gibi
Göğsü gözlerime açılıverdi
Ve oniki hançerin bir kerede
Yırttığı ipek gibi sinirli

Hışırtısı kulaklarımda
Kolalanmış eteklerinin.
Işıksız tepeleri ağaçların
Yollar boyunca kocaman kocaman

Ve ufuk köpeklerin ufku
Irmaktan ötelere havlıyordu.
Ne varsa üstünden atlayıp geçtik
Böğürtlenler, dikenler, karaçalılar.

Saçındaki topuzun yere yatınca
Yumuşak toprakta açtığı çukur,
Ben boyunbağımı attığım zaman
Çözüşü onun da düğmelerini

Sıra silahlı kemerime gelince
Sıyrılışı giysilerinden art arda,
Sümbüllerin mi kurbağaların mı
Olamaz hiçbirinin böyle bir teni,
Ne de billurun ayışığında
Sunabildiği var bu ışıltıyı

Kalçaları altımda kaçışıyordu
Hani ürkmüş balıklar gibi
Bir yanı tutuşmuş ateş çemberi
Bir yanı buza kesmiş, sepserin,

O gece dörtnala gördüm kendimi
Sedeften küçük bir taya binmişim
Gördüm, ne dizgin ne de üzengi
At koşturuşlarımın en güzelini.

Neler anlattı sevişirken
Ama söyleyemem erkeğim ben
Hem böyle ağzı sıkı görünmemi
Aydınlık akıl da istiyor zaten