25 Ağustos 2010 Çarşamba

Geveze Yürek




Takip ettiğim dolandagel sitesinde gerçekten son derece ilginç bir konuya değinilmişti. Max Aub un cinayet işleyenlerin nedenlerini itiraf ettikleri "Örnek Suçlar" adlı kitabı kapsamında aslında insana ait gerçekler irdeleniyordu.

İlgilenenler konuya aşağıdaki linkten ulaşabilir.

Örnek Suçlar.

Bu konudan sonra ister istemez suç ile ilgili düşünceler beynimde dolanmaya başladı. Suç un anlatılanlardan yola çıkarak bir belirginliği var gibi gözükmesine rağmen ben yine de suç un belirsizliği olduğu düşüncesini kafamdan atamıyorum.

Çoğunlukla suç konusu hemen heryerde karşımıza çıkmasına rağmen en fazla sanatta özellikle edebiyatta ele alınıyor gibi gelmiştir bana her zaman.

Suç tartışılacak bir kavramdır ve kesin çizgilerle tanımlanacak bir şey değildir bana göre. Doğal olarak suçun gerçek anlamda tanımlanamaz olgusu ve içinde başka gerçekleri de barındırması edebiyat için en fazla kullanılacak konunun başında gelecektir.

Tüm edebiyatçılar bir şekilde suç konusunu işlemiştir.Suçun göreceli yapısı ister istemez iştah kabartan bir konu olmasını sağlıyor.

İnsanı tanımlarken iyi, güzel yaratıcı, gibi kavramlardan yola çıkıldığında yine insana ait eksikliklerin bir şekilde anlatımı ister istemez iştah kabartacaktır.

Tüm edebiyatçıların bu konudaki yaklaşımlarını buraya dökmek olanaksız. Hayatımda hep çok önemli bir yeri olan Edgar Allan Poe ve onun eserleri bir kez daha bu yazı dizisinden sonra önem kazandı benim için.

Edgar Allan Poe nun "Geveze Yürek" adlı öyküsü son derece ilginç bir öyküdür. Öyküyü okurken tıpkı Örnek Suçlar da olduğu gibi sıradan hatta neredeyse suçun yada cinayetin diyelim eğlenceli ve güzel tarafı ortaya konulur.

Okurken sonuçta bir kişinin kurgulaması dediğimiz bir şey Örnek Suçlar la tamamiyle gerçeğe dönüştüğünde şaşkınlığımı anlatmanın imkanı yok.

"Geveze Yürek"te insana ait kötü olguların nedenlerini bulamazsınız. Sadece bir insanın yaptıklarını sıradan bir iş yaparcasına sunuluşuna şahit olursunuz.

Kitaptan okuduğumuz da bu bir edebi eser belkide bir şahaser olarak kabul edilirken, normal hayatımızda gördüklerimiz yada duyduklarımız birer suç olarak ve daha da önemlisi kötü olarak karşımıza çıkar.

İlginç doğrusu....

Neyse Edgar Allan Poe nun "Geveze Yürek " öyküsünü buraya alarak düşünmeye devam edeceğimi söyleyebilirim.



GEVEZE YÜREK

Doğru!Çok ama çok sinirliydim ve hala da öyleyim;ama deli olduğumu da nereden çıkarıyorsunuz? Hastalık duyularımı keskinleştirmişti,onları yok etmiş ya da köreltmiş değil.Ve hepsinin üstünde de işitme duyum güçlenmişti.Yeryüzünde ve cennetteki herşeyi duyuyordum. Ve cehennemdeki pek çok şeyi de.Öyleyse nasıl deli olabilirim ki?Dinleyin! Dinleyin ve görün hikayenin tümünü ne kadar sakinlikle ve sağlıkla anlatacağım sizlere.

Fikrin beynime ilk nasıl girdiğini söylemek imkansız; ama bir kere oraya yerleşti ve gece olsun gündüz olsun bir daha peşimi bırakmadı.Elde etmek istediğim birşey yoktu.Tutkudan eser yoktu.Yaşlı adamı severdim.Bana karşı bir haksızlık yapmamıştı.Bir kere olsun hakaret etmemişti.Altınlarını istemiyordum.

Bence tek neden gözüydü, evet evet, mutlaka oydu!Gözlerinden biri bir akbaba gözüne benziyordu -üzerine bir tabaka inmiş olan soluk mavi bir göz.Göz bana baktı mı, kanım buz kesiyordu ve ben de - ama çok yavaş olarak- yaşlı adamın canını almaya, böylece o gözden sonsuza kadar kurtulmaya karar vermiştim.

Burası önemli işte.Siz beni deli sanıyorsunuz.Deliler hiçbirşey bilmezler.Ama siz bir de beni göreceksiniz.Nasıl akıllıca davrandığımı, nasıl tedbirli olduğumu, nasıl bir öngörüşle, nasıl bir ikiyüzlülükle çalıştığımı göreceksiniz!Yaşlı adama hiç olmadığı kadar iyi davrandım kendisini öldürmeden önceki hafta içinde.Ve her gece, saat gece yarısına yaklaşırken, kapısının mandalını kaldırıp kapıyı hafifçe ama çok hafifçe araladım.Başımı sokabileceğim zaman da dışarı hiç ışık sızdırmayacak kadar her tarafı kapalı bir feneri, ardından kafamı içeri sokuyordum.Başımı ağır ağır oynatıyordum yaşlı adamın uykusunu bozmamak için.

Hah!Bir deli bu kadar akıllı olabilir miydi?Ve sonra, başım odaya iyice girince feneri dikkatle (fenerin menteşeleri gacırdardı çünkü) çok büyük bir dikkatle açıyordum bir tek ışık huzmesi o akbaba gözüne düşene kadar.Bunu yedi uzun gece yaptım -ve hemen her gece, gece yarısına yakın bir saatte ama göz hep kapalıydı; işi yapmak imkansızdı bu nedenle; işi yapamıyordum, çünkü beni öylesine çileden çıkaran şey yaşlı adam değil, onun o Kem Gözü'ydü.Her sabah gün ışıyınca büyük bir yüreklilikle odaya giriyor, onunla çekinmeden konuşuyor, neşeli bir sesle adını söylüyor, geceyi nasıl geçirdiğini soruyordum.Gördüğünüz gibi her gece saat tam on ikide uykudayken kendisine bakmakta olduğumu anlaması için çok bilge bir yaşlı adam olması gerekirdi.

Sekizinci gece kapıyı açmakta her zamankinden biraz daha dikkatli davrandım.Bir saatin yelkovanı bile benim elimden daha hızlı hareket ederdi.O geceden önce kendi gücümün, kendi aklımın sınırlarını böylesine hissedememiştim.

İşte oradaydım, kapıyı ağır ağır açıyordum ve o benim gizli düşüncelerimi ya da emellerimi rüyasında bile göremiyordu.Bu fikir beni neredeyse kıs kıs güldürecekti; ve belki de o beni duydu ki sanki irkilmiş gibi yatağında birden kıpırdandı.Benim geri çekildiğimi sanabilirsiniz -ama hayır.Odası zifiri karanlıktı (çünkü hırsız korkusuyla pancurlar sıkı sıkı kapatılmıştı) ve bu yüzden onun kapının aralandığını göremeyeceğini biliyordum.Bunun için de yavaş yavaş açmaya devam ettim.

Başımı içeri sokmuş, tam feneri açıyordum, tam parmağım teneke kapağına değmişti ki yaşlı adam birden yattığı yerde doğruldu ve "Kim var orada?" diye seslendi.

Ben hiç kıpırdamadan durdum ve ağzımı açmadım.Bir saat boyunca kılımı bile kıpırdatmadım, ama bu süre içinde de yattığını duymadım.Hala yatağın içinde oturmuş dinliyordu: benim geceler boyunca yaptığım gibi duvardaki ölüm gözcülerine kulak dikiyordu.

Bir süre sonra hafif bir inilti duydum ve bunun ölümcül korkunun iniltisi olduğunu anladım.Bu bir acının ya da üzüntüsünün iniltisi değildi -ah, hayır!- Bu insanın ruhu dehşetle dolduğunda ta içinden kopan o boğuk sesti.Pek çok gece, tam da gece yarısında, bütün dünya uyurken bu ses benim de göğsümden yükselmiş, o korkunç yankısıyla beni şaşırtan korkuları daha da derinleştirmişti.

Onu iyi tanırdım.Yaşlı adamın neler hissettiğini biliyor, kalbimden gülmekle birlikte ona acıyordum.Yatakta dönmesine neden olan o ilk hafif sesten bu yana uyanık yattığını biliyorum.O zamandan beri içindeki korkular büyüyüp durmaktaydı.Onların anlamsız olduğunu düşünmeye çalışıyor, ama başarılı olamıyordu.Kendi kendine şöyle diyordu: "Bacadaki rüzgarın uğultusundan başka birşey değil," "odada gezinen bir fare olmalı," ya da "bir kere cırcırlayıp susan bir çekirge." Evet, kendisini bu varsayımlarla rahatlatmaya çalışıyordu, ama hepsinin boşuna olduğunu görmüştü.Hepsi boşunaydı; çünkü kendisine yaklaşan Ölüm önüne kara gölgesini düşürmüş ve kurbanını sarmıştı.Görüp duyamıyorsa da başımın odanın içindeki varlığını hissetmesine neden olan şey o farkına varılmamış gölgenin hazin etkisiydi.

Büyük bir sabırla uzun bir süre bekleyip de yattığını duymayınca fenerin kenarını hafifçe, ama çok hafifçe aralamaya karar verdim.Ve açtım -bunu ne kadar yavaş yaptığımı hayal bile edemezsiniz -sonuda bir örümcek ağının teli gibi bir tek incecik ışık aralıktan fırladı ve gidip akbaba gözünün tam üstüne vurdu.

Göz açıktı, hem de ardına kadar açık ve ben ona baktıkça çılgına dönüyordum.Onu tam bir berraklıkla görüyordum -mat mavi ve üzerinde iliklerimi donduran o çirkin perde; yaşlı adamın yüzünü ya da başka bir yerini göremiyordum, çünkü sanki güdüsel olarak ışığı tam da o lanet noktaya doğrultmuştum.

Size sizin çılgınlık sandığınız şeyin duyuların aşırı hassaslığı olduğunu söylememiş miydim? Şimdi de kulağıma bir saatin pamukla sarılı olduğu zaman çıkardığı sesi andıran hafif, hızlı ve kunt bir ses geldi.O sesi de çok iyi biliyordum.Bu yaşlı adamın kalbinin çarpmasıydı.Davulların dövülmesi askere cesaret vermesi gibi bu seste benim öfkemi kat kat artırdı.

Ama yine de kendimi tutup sesimi çıkarmadım.Soluk bile almaktan çekiniyordum.Feneri hiç kıpırdatmadan tutuyordum.Işığı gözü üstünde hiç titretmeden tutmayı denedim.Bu arada kalbin o cehennemsi tıkırtısı giderek artıyordu.Her an biraz daha hızlı, biraz daha gürültülü takırdamaktaydı.Yaşlı adamın korkusu müthiş olmalıydı!Her an biraz daha artıyordu diyorum anlıyor musunuz, her an biraz daha artıyordu.

Size sinirli olduğumu söylemiştim, gerçekten de öyleyim.Ve şimdi gecenin bu yarısında, o eski evin ürkütücü sessizliğiarasında böylesine garip bir ses beni de kontrol edemediğim bir dehşete düşürecek kadar heyecanlandırmıştı.Yine de birkaç dakika daha kendimi tutup kıpırdamadan durabildim.Ama kalp atışları giderek artıyordu.Kalbimin çatlayacağını sandım.

Şimdi de yeni bir korku almıştı beni:sesi komşulardan biri duyabilirdi!Yaşlı adamın saati gelip çatmıştı!Bir çığlık atarak feneri iyice açtım ve odanın ortasına atladım.Adam bir kere bağırdı -sadece bir kere. Ve bir anda onu alaşağı edip yatağı üzerine çektim.Sonra da bu işin bu kadarını bitmiş görünce sevinçle gülümsedim.Ama kalp boğuk bir sesle daha dakikalarca atmaya devam etti.Ancak buna kızmamıştım; bu ses duvarın ötesinden duyulmazdı.Sonunda o da kesildi.Yaşlı adam ölmüştü.Yatağı çekip cesedi inceledim.Evet, ölmüştü, taş kesilmişti.Elimi kalbin üzerine koyup birkaç dakika öylece tuttum.Kalp çarpmıyordu.Ölmüştü.Gözü artık beni rahatsız etmeyecekti.

Beni hala deli sanıyorsanız, cesedi saklamak için aldığım bilgece önlemleri anlattıktan sonra hiç de deli olmadığımı anlaayacaksınız.Gece ilerliyor, ama ben çabuk ve sessizce çalışıyordum.Önce cesedi parçalara ayırdım.Başını, kolarını ve bacaklarını kestim.

Sonra odanın döşemesinden üç tahta söktüm, hepsini altındaki boşluğa yerleştirdim.Sonra tahtaları öylesine ustalıkla, öylesine beceriyle yerleştirdim ki, hiçbir insan gözünün -hatta onunki bile- bir yanlışlık göremezdi.Yıkayacak herhangi birşey yoktu - ne bir leke ne bir kan izi.Çok dikkatli davranmıştım.Hepsini bir leğene akıtmıştım çünkü.

Bu işleri bitirince saat dörde gelmişti ve dışarısı hala gece yarısı kadar karanlıktı.Çan saati çalınca sokak kapısı vuruldu.Kalbim ferah olarak aşağı kapıyı açaya indim -korkacak neyim vardı ki?İçeri giren üç adam büyük bir nezaketle kendilerini polis memuru olarak tanıttılar.Geceleyin komşulardan biri bir çığlık duymuştu; bir kötülük yapıldığı kuşkuları uyanmış, karakola haber verilmişti ve kendileri de evi aramak üzere gönderilmişlerdi.

Gülümsedim -korkacak neyim vardı ki?Beylere içeri girmelerini söyledim.Çığlığı gördüğüm bir rüya sırasında ben atmıştım. Yaşlı beyefendi köye gitmişti.Ziyaretçilerime evi gezdirdim.Her tarafı aramalarını, hem de iyice aramalarını söyledim.En sonunda da onları yaşlı adamın odasına götürdüm.Adamın el sürülmemiş hazinelerini gösterdim.Kendime güvenimin heyecanıyla odaya iskemleler getirdim, yorgunluklarını orada geçirmelerini istedim ve ben de bu kusursuz başarımın verdiği çılgın cesaretle kendi iskemlemi kurbanımın cesedinin yattığı noktanın tam üstüne yerleştirdim.

Memurlar tatmin olmuşlardı.Davranışım onları ikna etmişti.Ben olağanüstü rahattım.Onlar otururken ben neşeli bir tavırla sorularını yanıtlıyordum, onlar da havadan sudan söz ediyorlardı.Ama çok geçmeden sarardığımı hissettim ve artık gitseler diye düşünmeye başladım.Başım ağrıyordu, kulaklarımda bir çınlama olduğunu sandım; ama polisler hala oturmuşlar, çene çalmaya devam ediyorlardı.Çınlama giderek daha da belirginleşti: hem devam ediyor hem de belirginleşiyordu.Bu duygudan kurtulmak için daha serbestçe konuşmaya başladım ama çınlama devam edip belirginleşmeyi sürdürdü.Sonunda sesin kulaklarımın içinde olmadığını anladım.

Artık sapsarı kesildiğim kuşkusuzdu; ama daha rahat ve biraz daha yüksek sesle konuşuyordum.Yine de ses yükseliyordu - elimden ne gelirdi ki?Bir saatin pamukla sarılı olduğu zaman çıkardığı sesi andıran hafif, hızlı ve kunt bir sesti bu!Soluk almakta güçlük çekiyordum, ama memurlar sesi henüz duymuş değillerdi.Daha hızlı konuşmaya, daha yüksek sesle konuşmaya başladım -ama ses de giderek artıyordu.Ayağa kalktım, önemsiz konularda elimi kolumu sallayarak, sesimi yükselterek tartışmaya başladım.Ama ses giderek artıyordu.Hiç gitmeyecek miydi bunlar?

Sanki adamların sözlerine öfkelenmiş gibi ayaklarımı vurarak odanın içinde gezinmeye başladım -ama ses giderek artıyordu.Tanrım! Ne yapacaktım şimdi?Öfkeden küplere bindim, bağırdım çağırdım, küfürler yağdırdım!Oturduğum iskemleyi kapıp yerde sürükledim, ama ses hepsinin üstündeydi ve giderek de artıyordu.Daha yüksek -daha yüksek- daha da yüksek!Ve memurlar hala keyifle konuşup gülüşüyorlardı.Onların sesi duymamış olmaları mümkün müydü?Tanrım! Olamaz, olamaz! Duymuşlardı -kuşkulanıyorlardı!Biliyorlardı! Benim korkumla alay ediyorlardı!Bunları düşündüm hep! Ama her şey bu ıstıraptan iyiydi! Bu alay edilmekten iyiydi her şey! O yalancı gülümsemelere daha fazla tahammül edemeyecektim!

Çığlıklar atmalıydım ya da ölmeliydim! Ve şimdi- bir daha! Dinleyin bakın! Daha yüksek! Daha yüksek! Daha da yüksek işte!
"Alçaklar!" diye bağırdım."Kesin bu alayı artık! Suçumu itiraf ediyorum! Kaldırın şu tahtaları! İşte burada, tam burada!Onun o çirkin kalbinin vuruşlarıdır bu duyduklarınız!"

22 Ağustos 2010 Pazar

Harpya - Raoul Servais 1979

Cast;


Will Spoor Man
Fran Waller Zeper Harpy
Sjoert Schwibethus ... Assailant

Original Music by
Lucien Goethals

Cinematography by
Raoul Servais (animation)
Walter Smets

Aman saves an "interesting" type of bird's life and takes it to his home. But the bird (or bird like human or whatever) slowly starts to ruin the man's freedom to eat or to go outside. All the food is eaten by the so called "bird" and while the man is trying to escape, bird eats his lower part of the body. With the help of a phonograph, he manages to escape from the house but cannot escape from his destiny.

This 9 minute masterpiece has used the animation techniques very smartly although it has been done in 1979. The idea was not explained with cliché techniques either. From the film I understood that a man who helps another might dig his own grave by doing this. cause the one whom you have helped may not help you back. besides he/she can even harm you. so I think this short film was arguing whether one should be individualistic or not (with a pessimistic view.

A must see for all short film and animation addicts.