24 Aralık 2011 Cumartesi

Ahmed Şamlu



Yirminci yüzyıl İran Fars şiirinin doruğu kabul edilen şair, öykücü, romancı, oyun yazarı, çevirmen, gazeteci, dergi yayımcısı, eleştirmen...


Ölümden...

Ölümden korkmuş değilim hiç
pespayeliğinden
kırılgan gerçi
elleri.
Tek korkum
insan özgürlüğünün
mezarcının ücretinden
ucuz olduğu
bir ülkede
ölmek.

Aramak
bulmak ve
karar vermek
özgürce
ve
bir
kale yapmak
kendi özünden.
Değil mi ki ölüm daha
değerli bütün bunlardan
hiç ama hiç korkmuş
değilim
ölümden ...



Bu Çıkmazda

Ağzını kokluyorlar.
Seni seviyorum demiş olmayasın sakın.
Canını kokluyorlar.

Tuhaf zamanlardayız sevgilim…

Yolları kesip,
aşkı kamçılıyorlar
yol boylarında.

Aşkı zulalamak en iyisi…

Bu çarpık çıkmazda, bu uğunduran soğukta
kürek kürek şiirlerle, şarkılarla
besliyorlar kendi ateşlerini.
Farklı düşünmeyi aklından bile geçirme.

Tuhaf zamanlardayız sevgilim…

Gecenin bir yarısı kapıyı çalan
ışığı öldürmeye geliyor.
Işığı zulalamak en iyisi…

Ellerinde kanlı satır ve sopalarla
köşe başlarını tutmuş kasaplar.

Tuhaf zamanlardayız sevgilim…

Dudaklardan gülmeleri kazıyorlar,
ağızlardan şarkıları.
Neşeyi zulalamak en iyisi…

Zambakların ve leylakların ateşinde
kanaryaları közlüyorlar.

Tuhaf zamanlardayız sevgilim…

Cenazemizde şölen yapıyor Şeytan,
kendinden geçmiş, zaferine kadeh kaldırıyor.

Tanrıyı zulalamak en iyisi…



Kimdir?


12 Aralık 1925'te Tahran'da doğdu.

Çocukluk yıllarında asker olan babasının görevi nedeniyle ülkesinin dört bir yanını gezdi. Lisede okurken siyasi etkinliklerinden dolayı dört yıl tutuklu kaldı (1941-45). 1946'da idam mangasının önüne çıkarıldı, son anda hükümetin affıyla serbest bırakıldı.


Sokhane Nov (Yeni Söz, 1948), Rouzane (Pencere, 1950), Bamshad (1956) dergilerini çıkardı. 1952'de Macaristan'a gitti, burada iki yıl İran Büyükelçiliği Kültür Müşaviri olarak görev yaptı.1974-1979 yıllarında birçok uluslararası konferansa katıldı; Avrupa ve Amerika'nın çeşitli üniversitelerinden çağrılar aldı. Avrupa ve Amerika'da yaptığı okuma turneleriyle şiirini dünyaya tanıttı. 1990'lı yıllarda hükümetin baskı ve sansürlerine karşı imzaladığı bir ''aydınlar dilekçesi'' nedeniyle baskılara uğradı. Kitaplarının yayımlanması yasaklandı .

Yaşamının son yıllarını Tahran'ın 50 kilometre uzağındaki bir yayla köyünde sürdürdü, diyabet hastalığı nedeniyle 24 Haziran 2000 tarihinde yaşamını yitirdi.




17 Aralık 2011 Cumartesi

Gölgeleri Kullanmak



photo;Imogen Cunningham


Gölgeleri Kullanmak


İşte bir ses geçiyor sıkıntıdan
baksam pencerede yağmur da var,
hani saçlarını ya da göğsünü
çok ince bir hüzünle bezeyen.
Oyuncaklar da var yalnızlıktan
bir parkta ölümü güzel kılar,
hani sarmaşıkça uzandığın yatakta
durmadan aşıladığım sana.

Hayır yaşamıyor suda o balık,
bir yanıltı daha çiçek aldığım.
Herkesin bebeği var odalarda
ölüme ve daha sıkılmak için.
Uzayan sakalım sabaha kadar
uçup giden bir kuş koynundan,
belki yanında bile olmadım.

Eğildiğin sular da yalan
salınıp duran gemilerle aldanma.
Demiyorum hiç mi olmasın kokun, o yatak.
Ben umutsuzluğun domino taşı
şimdi açım, suskunum bak.
Hele bir çağırsın kanın türküsü
hele bir kıpırdasın kumsalda
ağları ve renkli balıklarıyla halk,
silâh tutarım dağlarda.

Bu oda emanet, hadi uzan,
şimdi ellerim de çok nazlı
bir karanfille kanar.
Sunduğum bu yalnız, çocuk ülke,
bak, gece de göğsümde çok ağır,
şaşkın değilim ama silahımı yitirdim.
Gelsin leylâkların açma zamanı
mümkün silâhımı halkımla bulmak.

Hadi uzan özlemim kadar,
bulutlar gidiyor, şimdi işim
çoğaltıp gölgeleri kullanmak.


Ahmet Oktay

Şiiri anımsamama sebep olan dolandagel sitesinde fotoğrafçı Imogen Cunningham 'ın diğer fotoğraflarına ve hayatıyla ilgili çok güzel bir sunuma ulaşabilirsiniz.

dolandagel

20 Kasım 2011 Pazar

Franz Kafka




3 Temmuz 1883’de Prag’da doğan Franz Kafka hayatımdaki en önemli yazardır.Ölümünden sonra meslektaşı ve yakın arkadaşı Max Brod tarafından yayımlanan eserleri arasında hiç bir ayrım yapamadan hepsini baş ucu kitaplarım arasına yerleştirdiğimi söylemeliyim.

Bana göre 20. yüzyılın en büyük yazarlarından biri.İnsanlara ait özelliklerin sanki hiç bir zaman değişmeyeceğinin en güzel kanıtlarıdır yazdıkları. İnsana ait bireycilik, yalnızlık, bencilliğin ıstıraplı halleri onun kalemiyle gerçeğe dönüşmüştür.

En çok ta farklı açılardan bakabilen bakış açısını severim. Her satırında kendimizden izler bulacağımız büyük edebiyatçı....


Köprü



Katı ve soğuktum, bir köprüydüm, bir uçurum üzerinde uzanmış yatıyordum. Bir yakaya ayak uçlarım, öbür yakaya ellerim gömülmüştü; çatlayıp dökülen balçık toprağa sımsıkı geçirmiştim dişlerimi. Giysimin etekleri iki yanımda uçuşuyor, derinlerde o buz gibi suyuyla alabalıklı dere gürül gürül akıyordu.

Hiçbir turist yolunu şaşırıp da bu geçit vermez yücelere uğramıyordu, henüz haritalara geçirilmemişti köprü. Böylece uçurum üzerinde uzanmış yatıyor, bekliyordum; çaresiz bekliyordum. Bir köprü bir kez kurulmaya görsün, yıkılıp çökmedikçe kurtulamaz köprülükten. Bir gün akşama doğruydu -birinci akşam mı, bininci akşam mı, bilmiyorum- düşüncelerim aralıksız bir karmaşa içinde yüzüyor, boyuna çemberler çiziyordu. Yazın bir akşamüzeri -her zamankinden daha boğuk çağıldıyordu dere- ansızın bir insanın ayak seslerini işittim.

Bana doğru, bana doğru! Uzan, gerin köprü, çekidüzen ver kendine, korkuluksuz ahşap köprü; sana kendini emanet edeni elinden tut, adımlarındaki güvensizliği sezdirmeden yok et ve baktın sendeliyor, göster kim olduğunu, bir dağ tanrısı gibi fırlatıp onu kayaya at!

Adam gelip bastonunun demir ucuyla şöyle bir yokladı beni, sonra yine bastonunun ucuyla giysimin eteklerini kaldırıp üzerimde düzeltti. Bastonunun ucunu çalı gibi saçlarıma daldırdı ve belki yabancı bakışlarını çevresinde gezdirip uzun süre öylece tuttu. Ama derken -o anda dere tepe adamın peşinden seğirtiyordum düşümde- her iki ayağıyla sıçradığı gibi karnımın orta yerine gelip dikildi.

Müthiş bir acıyla korkudan donakaldım; kim olduğundan şuncacık haberim yoktu.

Bir çocuk mu?
Bir düş mü?
Bir eşkiya mı?
Canına kıymak isteyen biri mi?
Bir baştan çıkarıcı mı? Bir yok edici mi?

Ve onu görmek için arkama döndüm. Köprü arkasına dönüyor!

Henüz dönmem sona ermemişti ki; birden çökmeye başladım, çöktüm ve çok geçmeden paramparça oldum, doludizgin akan sularda şimdiye dek beni hep sessiz sakin süzüp durmuş çakılların şişlerine geçirildim.

11 Eylül 2011 Pazar

Barışın Tadı



Bir ağaç, kesebilirler ağacı,
Ağacın ne gelir elinden?

Biraz çaba, testere falan,
Eh, az çok da zaman,
Ağaç devrildi gitti.

Bir kuş, vurabilirler bir kuşu
Bir el ateş ya da bir iki taş
Bir avuç tüy düşer toprağa.

Bir öküzün ya da bir atın
İşi kolay görülür ve hazırdır
Kesimevinde kasap önlüğü.

Bir çocuğun, oğlan ya da kız,
Ne gelir elinden katile karşı?

Bakışlar, diyeceksiniz şimdi,
Ama gözü dönmüşse katilin
Ya da kimse yoksa ortada?

Bir adam, koca bir adam da
Bir kuş gibi avlanabilir,
Belki daha da kolay hatta.

Bir ağaç, bir kuş, bir öküz, bir at
Bir çocuk, bir adam
Yok oldular işte ard arda.

Ama dostlarım, hepimiz olsak
Ne bok yiyebilirler
Onca insanın karşısında?

Ne yapabilirler
Direnen halklara?


Eugène Guillevic

Çeviri: Cemal Süreya

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Düş



Gökte, gökkuşağının üstünde
Yedi renkli Musa'lar
Yedi lambalı, yedi güvercinli Muhassen'den
Yedi renkli sesler üflüyorlar aşağıya
Aşağıda
Seniha
Bir elinde sigarası
Oturmuş kıpkırmızı bir bahçe koltuğuna

Önünde
Masa masa masa -çok değil, hepsi bir masa-
Mermer bir masa
Gümüş bir masa
Zümrüt bir masa
Seniha birasını içiyor -bir eli de birasında-
Sonsuz bir bira
Sessiz bir bira
Cam akışlı bir bira
Saçlarında başaklar, tavus tüyleri
Gözleri
Gözleri ses veriyor
Seng-i laciverdi gözleri
Son yudumunu da alıyor birasından
Yere dökülüyor ipek şalı
Yere sızıyor
Yeri alıyor
Birlikte götürüyor yeri
Katlar gibi bir halıyı durmadan
Parmaklarından altın bir anahtarlık sarkıyor
Ve anahtarlar anahtarlar
-Çok değil, hepsi hepsi bir anahtar-
Fildişi bir tahtırevana biniyor
Kaldırıyoruz onu dört kişi
Ben, Cemile ve Cemal
Bir de sonsuzluk
Tutuyoruz havada bir süre onu
O gülümsüyor bize durmadan
Ve kalabalığa
Yaldızlar dökülüyor dudaklarından
Lambalar, güvercinler dökülüyor
Çiçekli laledanlar, çeşmibülbüller
Kristal boy aynaları
Ve gelin telleri, pırlantalı taçlar

Sedef kakmalı bir tramvay geçiyor yakınımızdan
İnce bir org sesini sürükleyerek
Benekli bir örtü çekiyor üstüne dünya

Hepimiz kayboluyoruz.

Edip Cansever

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Yerçekimine inanmıyoruz hanımlar, beyler; böyle biline!




“Hey teacher, leave them kids alone!”


Pink Floyd,The Wall.



Hepimize yalan söylediler;on bir artı bilmem kaç yıllık kokuşmuş sistemli öğütme süreçleriyle yalanlarını dokudular tabularasa varsaydıklarına. Başımızı okşarmış gibi rol keserken öğütme sistemlerinin adını eğitim-öğretim koyarak başladılar kafa derimizi yüzmeye. “Uslu durun!” dediler, “kımıldayanı tanılarım,bir tarım zararlısı gibi özenle ilaçlarım;sesini bile çıkaramazsın!” Bir türlü yalan şırınga edilemeyenleri psikiyatri sunağında kurban ettiler akademik şölenlerle.


“Hayat bir cidaldir,siper alın!” dedi öğretmenin çığlığı;hep birlikte sarı, siyah, kahverengi kafalarımızı kitapların arkasına sakladık görünmez düşmanlarımızın ataklarına karşı. Öğretmen düşman var diyor , hem de ezeli bir düşman, çağlar boyunca sürmüş izimizi ve hatta içerden kemirmiş yapayalnız coğrafyamızın kutsallığını.

Görünmez çeşit çeşit düşmana karşı siper almak bize vatanperverlikle öğretilirken gözün görmediği ne varsa “gerçek dışı” ilan edildi alnımıza asılan panolarla.Asıldı bildirgeleri her gün yenilenen tekerlemeleriyle avlumuzun en içlerine:

1.Tanrı görülemeyendir,ispat edilemez. Öyleyse onu tatile gönderelim Kafdağının ardına. Görülemeyen ne varsa hep bilgimiz dışında kalsın madem;din,etik,ne varsa...

2.İnsan akılla bulur hakikati(Hayy Bin Yakzan çukurunda yakmıştır bu nokta İbn-i Tufeyl’i). Bulacak evrenin sırlarını insan, tek tek zamanla aklını kullanarak oluşturduğu bilimle.Haydi şenlenin,giriyoruz bilimsel tünel vizyonunun içine binbir gece düğünleriyle!

3.İnsan Tanrıyı yarattı,Tanrı insanı değil.İçi dolu turşucuk akıl küplü insan, yarattığı gibi yönetebilirdi de doğayı ve kendi doğasını basbayağı!

Nasıl ama nasıl?

Doğaya bakacak, “neden ,niçin” sorusunu ilelebet unutmayı marifet bilecek,sadece “nasıl”ı tanımlayacak akıllı metre! Bilimsel düşünme metodu dersleriyle zerketti son zehrini anfilerinde, öğütme makinası.Üstelik “nasıl”ı “n,a,s,ı,l” ile tarif etmeyi, gelişim ölçüsü uydurmacasıyla yutturdu bize pek gelişmiş beyinliler. Zeka, “zeka testlerinin ölçtüğü şey”di.Zeka testleri de Amerika kıyılarındaki gemilerinde aydınlanma(!)yı bekleyen sürüyle yahudiyi çürüklerinden doğal(!) yolla ayıklama sebebi, bravo Weschler! Çok sonraysa aynı süzgeç önce zencileri ardından da türkleri altta bırakmaya yaradı nasıl olduysa!Ayıklandık,seçildik yeniden dönüştürülmek gibi kutsal bir amaç uğruna,yaşasın!

Koca göbekli bilim amca daha bir sürü tanım taşır kursağında,yerçekimi kanunu gibi mesela.Oysa yerçekimi kanunu gözlemlenenin sözcüklere dükülüşüdür;izahı asla değil!Arşimed’in “evreka”sına neden olan yerçekimi değildir, yerçekimi yalnızca bir sebeptir, yağmur gibi.Yağmur çiçeği açtıran değildir.Her sonucu, sonucun sebebiyle tarif etme alışkanlığını, henüz zihinleri iğfal edilmemiş çocuklar bu yüzden anlamakta güçlük çeker ve durmadan niye diye sorarlar. Soruları, öğütme sisteminden kurtulma çırpınışlarıdır çünkü.Saf ruhları kaldıramaz bunca kirliliği ama zorla tekrar tekrar makinanın ellerine teslim edildikçe onlar ,zaman geçer soruların sesleri kısılır; kirlenirler. Afiyet olsun koca koruyucuları makinanın,sofranızda milyonlarca taze beyin! Nerdeyse hepsi itinayla öğütüldü;nerdeyse hepsi inanıyor artık yerçekiminin taşı düşürdüğüne,suyun kaldırma kuvvetinin gemileri yüzdürdüğüne ve insanların çocuk yaptığına;çünkü insan ısrarlı, kendini yiyen tek canlı olma özelliğinde!

Kimse susmasın hal böyleyken, hiçkimse! Çocukları kurtarma, kendi ruhunu kurtarma ne derseniz deyin adına, başlatın operasyonunuzu her alanında yaşamın ivedilikle ve ısrarla. Sorun herkese ve kendinize: “Okları kim atıyor?”

Dilek Akıcı

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Eleştiriler




Söz konusu kendim olduğum zaman her türlü eleştiriye açığım. Kişilerin hakkımda ne düşündüğü kişiye verdiğim önem derecesinde değer kazanır doğal olarak. Kendimle ilgili olarak yapılabilecek eleştiriler zedelemez tam tersine haklı gerekçeleri içinde barındırıyorsa gelişmemde katkıda bile bulunabilir.

Bloglar kişiler için ne ifade ediyor bilmiyorum. Bu blogta zaman zaman yaşadıklarımdan yola çıkarak paylaştıklarımdır. Hiç kimseye bir şey öğretmek yada buna benzer bir mantıkla oluşturulmamıştır. Herşey tamamiyle kişiseldir. Hoşlananlar olabildiği gibi hoşlanmayanlarda olacaktır. Zaman zaman paylaştıklarıma yorum yapanlara saygım büyüktür. Çağımızın garip iletişmlerinden biri de bu:)

Ancak kim olursa olsun burada paylaşılanlardan yola çıkarak özellikle sanatın herhangi bir dalında yer edinmiş kişilere kişisel saldırı da bulunamaz. Bunun etik bir tarafı olduğuna inanmıyorum. Tabiki aynı düşünce ya da duyguda olmayabiliriz ama sanatçılarla ilgili yorum yapacaksak kendimizin de o kişiyi geçebilecek bir değer olması gerekir. Ki bu durumda bile ölçü diye bir şey olması gerektiğine inanıyorum.

Bu yazı "adsız" olarak Can Yücel' e bir yerde hakaret eden zavallı kişiye karşı yazılmıştır.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Müzik ve Görsellik



Bir çok önemli yönetmen var. Bunların sayılarının oldukça fazla olması sinema sanatı açısından sevindiricidir. Benim en sevdiğim yönetmenlerden biri Stanley Kubrick'tir. Teknik açıdan kusursuz sayılabilecek özelliğiyle gerçekten sinema tarihindeki en ince ayrıntıları dahi hesap eden titiz ve entellektüel yönetmendir.

Onu yönetmen özelliğinin dışında her filme damgasını vuran müzik seçimleriyle de çok severim.

Filmlerinde Klasik Batı Müziğininden örnekleri aralara serpiştirirken filmin akışında bu müzikleri yerleştirmesi olağanüstüdür.

İlk aklıma gelenler;

1968 yapımı 2001 A Space Odyssey filminde Richard Strauss u kullanmak dahice.



1975 yapımı Barry Lyndon da Hendel..



Ya da 1999 yılında yaptığı Eyes Wide Shut filminde Shostakovich ön plana çıkarken vermek istediği duygu ve düşünceyi müzikle birleştirmiştir. Hemen her filminde buna benzer durumla karşılaşabiliriz.

Bu gerçekten öncelikle müziğin anlatmak istediği ruha erişebilmek ve müzik dilini çok iyi bilmekle doğru orantılıdır. Müziğin kendi dili benim için önceliklidir. Ama görsellikle birlikte müzik dili doğru bir şekilde birleştiğinde hafızalardan silinmeyen silinmeyecek kareler yakalayabiliyoruz.

Doğru görselleri seçmekte ayrı bir beceri bana göre. Kuşkusuz Stanley Kubrick görsel hafızası mükemmel sinemacılardan biri. Bir yerde kendi mesleği olduğundan normal karşılanabilir ve bu konudaki yeteneği alkışlanır.

Sizlere youtube da MsKubaba kanalını önereceğim.

Şaşkınlık ve büyük bir hayranlıkla izlediğim sevgili dostum Sanem Uçar'ın hazırladığı videolar aynı titizliği içinde barındırıyor. İyi bir müzisyen kimliğinin dışında görsel alandaki seçkin seçimleri müzikle birleştiğinde kendi çapında olağanüstü güzel bir serüvene dönüşüyor.

Kaçırmayın bu şöleni;

2 Haziran 2011 Perşembe

Çölde Gizli Bezginler




bir çiçek bahçesinde geceye durgun kalışın yağmur sıcağı gibi
öptüm sonsuz gidişinden. saçlarının seyriyle seni

yolları aşklara davul çalıp çağrılmış yalnızlarla dolduran
akreplerdir duygunun. karanlık ordulara güneşsiz sokulan

bunlar canlanınca ne ateş kirli taşlar ne böcek
şakakların sıcağında kuytu bir ses büzülüp ölecek

sabahsız kuşlara koşarsa durur mu evreni omuzlarında
bahar şenlikleriyle. sürdüren ellerini yangın borularında

şaşkınlıkla başladı bu atlar bu savaşlar insan buluşlarından
burda biter düğün. gidilir mi evin soğuğuna çölün sıcağından

gemilerimiz saklanır.ağzımızda bir aşk kaçışı vardır buluşmaların
saplandık tadına.durduk alnında yüreğe vuruşların

yollar sellere gider. açılır parklar artık kuşlar dağılır
bir aşkı gözyaşlarıyla bulvara çağırmak hiç keseye mi kalır

çizildi yalnızlar. senin gelişin ne de süvari köprünün diplerinde
geçer üstümüzden yağmur alan donanmalar. kürek sesleriyle

koşu bitince aşk bir yorulmadır kaçılmaz kırbacından
sayılır günü geçmiş anlar boşalan hangi tüfeğin arkasından

oturur iki bakış ormanından gerilip bir masayı kollar
uzayıp uzaya giden akrebe katlanıp zincire gelmeyen yolcular

bu bizim sesimiz denizlere ateş gibi eller açılır ortasından
su konuşmaz toplanmaz kuşlar. Ne kazandık yaşamamızdan

biz harcandık anam hem kelimesiz kapandık
sevgi ektik. Sonsuz seçtik. Beğendik. Ama toprağı kazandık

sevinçle kaçın kurtulun ölümlerinizle.Yalnızlıkla ben kaldım
sevindiniz işte alın kurtulun. Aha size son atım

Cahit Zarifoğlu

30 Nisan 2011 Cumartesi

Sis




İki şehri var gecenin, biri gözümde
tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur
gibi çöken siste, bana bu uykusuz
şehri niye bıraktın, göze alamadığım
bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin,
gece değil istediğin hayli karanlık
bakışlı bir şehrin gözleriyle çarpışmak
hevesindesin! Gözlerini anlıyorum henüz
bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin;
gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır,
ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,
öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,
sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak
şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim:
Biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz,
biri sis içinde kirpiklerine kadar açık,
bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum
konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,
gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde

Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?


Haydar Ergülen




Özenle boyadım ipliğini sevginin,
Gidip de bulamamanın incinmiş rengine.
Sisi gümüş bir rüzgârla tepelerden eğirdim,
Dokudum yalnızlığın bu serin kumaşını,
Sesime ayrılıklardan bir gömlek diktim.
Ölümü tastamam ezberledim de geldim,
Dilimde bu buruk türkü tadıyla
Bilmem ki buradan nereye giderim.


Sonunda kendime bir top yangın edindim,
Soluğumla besledim dudağımın ucunda.
Ömrümün külüydü savrulan hep ardımda,
Örterek yavaş bıraktığım izleri
Yanmış bir günün sürüklenen kanatlarıyla.
Koştum, durmadan koştum o küçük yangınımla,
Adımın çaresiz kıyılarında kendi göğümü bulmaya.

Metin Altıok




Diyor ki bana, sevdayı ateşten
bir gömlek gibi giydin mi
Diyorum ona, Ferhat'ım dağlar gürzümden
inledi ve yol verdi sularıma. Acı dindi

Diyor ki, hiç mi kıskançlık katmadım
bakışlarına
diyorum ben de, göğsümden çıkan ah
nice kartal vurdu, aşkla

Soruyor, ölüm mü her zaman
yenecek, nedir bu korku
Diyorum, Lokman da bir zaman
tanrı'ya bunu sordu

Diyor, kırılırsa kanadı sevginin
nasıl uçar, göklerde
Diyorum, o bir umuttur, bilesin
havalanır yine de

Soruyor bana, kalacak mısın böyle
adı yarına mahkum bir ozan olacak
Diyorum ona, nice yollar var gidilecek, nice
uçurumlar var daha, atlanacak

Soruyor bana, bu sis nasıl dağılır
tarih bile susarken. Anlat olanı
Diyorum ona, şiirim bir uyaktır
yiğitçe, ta kalbinden vurur zamanı.


Ali Püsküllüoğlu





elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk

sisler bulvarı'na akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk

sisler bulvarı'nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarda bulutlar yürüyordu
terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı'da bir tren vardı

sisler bulvarı'nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!

sisler bulvarı'ndan geçtim sırılsıklamdı
ıslak kaldırımlar parlıyordu
durup dururken gözlerim dalıyordu
bir bardak şarapta kayboluyordum
gece bekçilerine saati soruyordum
evime gitmekten korkuyordum
sisler boğazıma sarılmışlardı

bir gemi beni afrika'ya götürecek
ismi bilmiyorum ne olacak
kazablanka'da bir gün kalacağım
sisler bulvarı'nı hatırlayacağım
kırmızı melek şarkısından bir satır
lodos'tan bir satır yağmur'dan iki
senin kirpiklerinden bir satır hatırlayacağım
seni hatırlatanın çenesini kıracağım
limanda vapurlar uğuldayacak

sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul'du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlik bana dokunuyordu

eğer sisler bulvarı olmasa
eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
sabah ezanında yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
hiç kimse beni anlıyamazdı
on beş sene hüküm giyerdim
dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı

sisler bulvarı'ndan geçmediğin gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
aksaray'da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor
artık kalbimi susturamıyorum

Attilâ İlhan




ağır yol, uzak yapılar
yaklaşmak için yaklaşık tanımlar
onlarla çıktık yola
yollarda kaldık
sis bastı her yanı
tutukluk çeken silahlar gibi
sözcükler, fısıltılar, mırıldanışlar
eksilerek vardık bir yapıya
O mu, değil mi?
Kim bilebilir şimdi
kılavuzlar şehit
şehitler hain
gözlerimiz karanlık bir pusuda
çoğumuz büyümüş, kimimiz ölmüş
kendimiz bile tanıdık değiliz artık
gözümüzden silinen düşün sabahında
önümüzde açılan yeni bir uzay
Şimdiki Zamana ait bomboş ve ölü anlar
ne başka yer ne başka zaman
bizler için hala biryerlerde çalınan
sis çanları var
belki bir gün buluşur diye
aynı ormanda kaybolan çocuklar

Murathan Mungan


Fotoğraflar; Zeev Parush

26 Nisan 2011 Salı

Giedra Purlyte-Mazrimiene



1969 yılında dünyaya gelen Litvanya lı sanatçı Kaunas Yüksek Sanat Okulu'ndan mezun olmuştur. Oldukça ilginç bir tekniği olan sanatçı masal dünyasına benzer çizgi ve renkleriyle sanat dünyasında farklı bir yer edinmiştir.






Kişisel sergileri;

2005 Valstybinis jaunimo teatras, Vilnius
2005 Daugiakultūris centras (Multicultural Center), Kėdainiai
2005 Galerija "A", Vilnius
2004 "Bird’s gallery", Melburne, Australia
2004 RUTA gallery, Vilnius
2003 Marija and Jurgis Slapeliai Museum, Vilnius
2002 EGLE gallery, Kaunas
1996 SLENKSTIS gallery, Kaunas
1994 LANGAS, gallery, Kaunas






Çalışmalarında masalsı bir özellik olmasına rağmen gerçekçiliğin bir temsilcisidir de. Sadece çalışmalarında iç dünyamızda yaşattığımız bir çok hayal gücüne ait düşleri görebilmek olası.

Evet bu büyülü resimler gerçekten olağanüstü. Bir çocuğun dünyasındaki saflığın izleriyle dolu...





24 Nisan 2011 Pazar

Ağır Ölüm


Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.

Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.


Pablo Neruda

26 Mart 2011 Cumartesi

Bloglara Dokunun:)



Bir çok konuda Türkiye ile ilgili haberleri okumak istemiyorum ama istemeden bilgisayarın başına oturduğumda yaptığım ilk işlerden bir tanesi Türkiye ile ilgili haberlere bakmak oluyor.

Gerçekten iç karartıcı bir durum söz konusu. Çok uzun zamandan beri Türkiye de bloglara erişim yasağı var bildiğiniz gibi. Erişim engeli kalktı denilmesine rağmen izlediğim kadarıyla bloglarına kavuşamamış bir çok insan var.

Önemli bir konu aslına bakarsanız...

Size bir link versem tıklarmısınız bilmiyorum ama tıklamama olasılığını hesaba katarak 13 mart 2011 tarihinde yazılmış bir yazıyı buraya almak istiyorum.

"Dijital alemin kıdemli aktörü: Haber blogları

Blogların ortaya çıkışı özellikle ABD’de geleneksel haber kaynağı olarak gazetelerin yalpaladığı ve işlevlerini tam olarak yerine getiremediği bir döneme rast gelir. On yıllık serüvenini yavaş yavaş tamamlayan haber blogları, dinamizmini sosyal medya mecralarıyla birleştirerek bugün adeta küllerinden yeniden doğuyor. Siyasi blogların yıldızının parladığı dönemler esas olarak 2000’li yılların başıdır.

Özellikle 2003 yılında The New York Times gibi saygın Amerikan gazeteleri bile savaş çığırtkanlığı yaparken ve Irak’ta kitle imha silahlarının varlığını halkına inandırmaya çalışırken, bloglar taptaze bir arayışın sesi oldu. Bu dönemde ana akım medyanın yüzyıllara dayanan o Anglosakson basın anlayışının yerinde yeller esmeye başladı. Özellikle gençler, savaş karşıtları ve eylemciler yüzlerini dijital aleme çevirdiler. 2003’te bu farklı sese en güzel örnek saksafoncu John Amato’nun blogu oldu. Dönemin siyasetçilerine olan tepki blogun adından bile belliydi: ‘Sahtekârlar ve Yalancılar’ (crooksandliars.com).

Alternatif bir mecra arayışı böylece blogların patlamasıyla örtüştü. Bu geçen on yıllık süre içinde bloglar olgunlaştı, sürekli güncellenen, emek verilen, bir davası olan bloglar diğerlerinin arasından sıyrılıverdi. Blogcular asla gazeteci olma iddiasını taşımasalar da güçlerini kimi zaman sokaktaki eylemlerden, savaşlardan kimi zaman da doğal afetlerden aldılar. Katrina kasırgası, 11 Eylül, İran depremi, Bombay baskını derken küresel felaketler bloglarla dünyaya farklı açılardan sunuldu. Blogcular her türlü olayı cep telefonlarıyla belgeleyip, haberi yazıp kendi mecralarında yorumlayarak dağıtmaya başladı.

Bütün bunlar olurken gazeteciler blogculara hep üstten baktı. Pek çok gazeteci için blogcular, haber yerine kendilerini öne çıkartan, dedikodu ve söylentiyi haber sanan, yeteneksiz bir avuç amatördü. Blogcuların gözünde ise ana akım medya çalışanları kasıntı, seçkinci ve toplumun haber alma hakkından çok, kendi ekonomik çıkarlarını gözeten kişilerdi. Bu iki zıt grubun çekişmesi artık gerilerde kaldı denebilir. Bugün savaş baltalarının gömüldüğü ve bu iki habercilik pratiğinin senteze vardığı bir dönem artık. Gelişmeler bir taraftan dijital medya düşünürü Dan Gillmor’un tanımıyla dalgaların birbiriyle çarpışması gibi sessiz bir devinime sahip. Diğer taraftan da WikiLeaks örneğinde olduğu gibi sıçrayıp, yılların kurumsal dengelerini altüst edebilecek kadar yıkıcı.

Bloglar her ülkede farklı gelişimler gösteriyor.

Örneğin Fransa’da internetin doğasına aykırı bulunacak uzunlukta yazılar bloglarda yerini bulabiliyor.

İtalyan blogları ise her fırsatta merkez medyaya sataşıyor ve İtalyanlar Berlusconi’ye karşı muhalefeti tamamen bloglarda sürdürüyor.

ABD’de bloglar çok çeşitli ancak yerini sağlamlaştırmış, saygın haber blogcuları Obama’nın basın toplantılarında ön sıralarda yerlerini alıyorlar.

İngiltere’de blog kültürü siyaset yaşamının bir parçası. İşçi Partisi’ne yakın bloglar Muhafazakârları adım adım izliyorlar; muhafazakâr bloglar da İşçi Partisi’ni. Bu bloglarda çıkan haber-analiz yazıları Parlamento’da hararetli tartışmalara yol açıyor. İngiltere’de bloglar alemi kıpır kıpır.

Yunanistan deseniz, ülke genelde bloglara soğuk bakıyor. Protesto geleneğini demokrasi kültürünün bir parçası olarak yaşayan Yunanistan’da, sokak eylemlerini tetikleyen blog örnekleri neredeyse yok denecek kadar az. Genelde bloglar siyasal parti çizgisindeki gruplarla öne çıkıyor. Özellikle Yunan politikacıların en çok başını ağrıtan, anonimlik kalkanına sığınarak yazılmış ve siyasetçilere, iş çevrelerine ve devlet memurlarına iftira attığı iddia edilen bloglar.

Çin’den Endonezya’ya, Japonya’dan Brezilya’ya kadar bloglar farklı şekillerde var oluyorlar. Ancak kuşkusuz en fazla heyecan uyandıran bloglar dijital aktivizme konu olanlar.

Mısır ve İran blogosferi baş döndürücü bir etkiye ve muhalefet potansiyeline sahip. Aslında son dönemde Mısır’da gördüğümüz kitlesel başkaldırılarla ve sosyal medya ilişkisinin özünde Mısır blogculuk geleneği yatıyor. Aslında Mısır’da politik blogların varlığı 2000’lerin ortasından itibaren hissedilmeye başladı. Zaten sivil toplum da bu yıllarda ‘Kifaya’ (Yeter) hareketiyle canlanmıştı. Solculardan liberallere, feministlerden İslami gruplara kadar muhalifler, Mübarek rejimini protesto ediyor ve başkanlık seçimlerine birden fazla adayla gidilmesini istiyorlardı. Bu çok parçalı protesto eylemleri politik blogları iyice hareketlendirdi ve 2011’deki hareketlerde Twitter ve Facebook kullanımının ilk sinyallerini verdi.

İran ise tüm sansüre ve baskıya inat dünyanın en zengin blog alemine sahip. İnternetin merkeziyetçi denetime kafa tutan yapısı gençlerin, gazetecilerin ve aydınların yüzünü bloglara çeviriyor. 2008 verilerine göre[**] sürekli güncellenen 60.000 blogtan bahsediliyor. İnternetin merkeziyetçi denetime kafa tutan yapısı gençlerin, gazetecilerin ve aydınların yüzünü bloglara çevirmesine neden oluyor.

İnternet kültürünün en kıdemli aktörü olan blogların baskı rejimlerine bir ‘klik’le demokrasi getiremeyeceğini anlamak zor olmamalı. Katliamlar, savaşlar, kıyımlar Twitter ve blog çağında da tüm hızıyla sürüyor. Ancak hiçbir şeyin üstü kapatılamıyor ve internet dünyasında halk, olayların parçası haline geliyor ve sürece dahil oluyor. Bloglar ve sosyal medyanın en etkin gücü ise protesto eylemlerini örgütlemek. İşte tam da bu özellikler blogları dijital alemin önemli bir aktörü haline getiriveriyor.

[*] Bu yazı Zeynep Atikkan ile birlikte kaleme aldığımız Blogdan Al Haberi. Haber Blogları, Demokrasi ve Gazeteciliğin Geleceği Üzerine (Yapı Kredi Yayınları Cogito Serisi, 2011 Mart) adlı ortak çalışmamıza dayanarak yazılmıştır.

[**] John Kelly ve Bruce Etling, “Mapping Iran’s Online Public: Politics and Culture in the Persian Blogosphere”, The Berkman Center for Internet & Socity at Harvard University, Nisan 2008.


DOÇ. DR. ASLI TUNÇ İstanbul Bilgi Üniversitesi"
Bağlantı
yazının aslı için tıklayabilirsiniz

Çok güzel bir yazı, kendimi hiç bir anlamda blog yazarı gibi görmemiş olsam bile sonuçta bir blogu olan kişi durumundayım.

Özellikle facebook üzerinden "bloguma dokunma" grubunda olup bitenlere göz attığım zaman çoğunlukla midem bulanıyor. Bloglara Türkiye' de uygulanan sansür az bile diyesim geliyor....

Eğer bunlar gerçekten blog yazarlarıysa vay bu ülkenin başına diyesim geliyor, yada olup bitenler hiç şaşırtıcı değil desem çok doğru olacak gibi gözüküyor.

Ne yazık ki bu ülkedeki blog sahipleri neredeyse tamamiyle kişisel duygu ve düşüncelerle kendileri için varlar. Bunu yaparken de doğru düşünce, ciddi bir amaç gibi insanı geliştirecek çoğu özellikten de yoksunlar.

Gerçekten çok yazık...

28 Şubat 2011 Pazartesi

Hak edilen bir başarı




Şaşırtıcı olmadı, gerçekten güzel bir film...

26."Bağımsız Film Oscarları" Sahiplerini buldu

Film hakkında güzel bir değerlendirme;

Black Swan , Darren Aronofsky

25 Şubat 2011 Cuma

Gece Düşleri



gece düşleri alır götürür beni
sığınmacı akşamların hüznüne
-ne çok şey anlatılır ya da anlatılamaz
baskının direnmeye davetine
ölümlerin yeniden dirilmelerine

bir kent düşünün her evde bir yaralı
-ya ölüler ya ölemeyenler ya ölümü bekleyenler
düğünlere kan bulaşmış bir kez
-sevgiler tutsak tek kişilik hücrelerde
sular da çürür yetmişiki gün boyunca

gece düşleri alır götürür beni
dimdik yüreklerin yanında nöbete
şarkı, türkü, şiirle dolmaya
kilit vurulmuş denizlerin dilinde
balıkçıların ağında mavi köpük olmaya

yabancı akşamların karanlık gülleri
mektupların yanıtsız kaldığı günler
acı haberler bizleri bekler kuytularda
yapraklar sessizce hıçkırır ezgilerimizi
gözlerin, dost gözlerin sönmeyen sevgisi

gece düşleri alır götürür beni
elimde bir gül fidanı
kaşların namlu gibi çatıldığı sedirlere
dillerin bıçak açmaz suskunluğu
kararlılıklara, antlara, akşam alacalarına

ve sen gelirsin şafağın ilk rengiyle
penceremde kuş olmaya


Gültekin EMRE

12 Şubat 2011 Cumartesi

Portofino



Söz ve müziğini Fred Buscoglione nin yaptığı " Love in Portofino" şarkısı kendisine pek uğurlu gelmemişti. Şarkıyı yazdıktan sonra trafik kazası geçirmiş ve bu kaza da hayatını kaybetmişti.

Daha sonraları bu şarkı dünyanın her tarafında en çok bilinen şarkılardan olacaktı.Aşk konusunda yazılmış en güzel şarkıdır bana göre.

Aynı zamanda bu şarkı Portofino'nun bir turizm cenneti de olmasını sağlamıştır. Dünyanın en güzel beldelerinden biridir.



İtalya'nın Cenova şehrinde küçük bir balıkçı köyüdür aslında.

Şehir tarihi dokusunu hiç değiştirmediği gibi betonlaşmaya da direnen bir köydür. Ve bu direnci şu anda nüfusu 250 olan kişiler yapmaktadır.

İnanmakta zorlandığım bir sayıdır bu. Dünyanın hemen her yerinde isim yapmış bu beldenin nüfusu sadece 250

Doğal olarak bir cennet burası.



Ancak burada yaşayan gençler buranın pek cennet olduğuna inanmıyor. Nüfusun % 90 ı yaşlılardan oluşuyor. Gençler daha büyük kentlere gitmişler ve kalanlarda gitme telaşındalar.

Herşeye rağmen bu minicik köy turist akınına uğramaya devam ediyor.

Gidililmesi gereken yerlerden biri bana göre. Muhteşem doğasında harika İtalyan yemekleri yerken yada şarabınızı yudumlarken elinizdeki kitapla bütünleşebileceğiniz bir yer....



Sevgililer günü yaklaşırken herkesin sevgililer günü kutlu olsun.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Sayısız İklim Güncesi



1


kaçış için değil yaşama kazılan tüneller
ömrün boyunca bir daha görmeyeceğin fahişeye
söylenen yalan kadar güzel
tenine gün değmemiş metaforları
inceden çekip çıkarmak
kırık bir kazma ucu gibi bataklıklardan

2


meyhane kavgalarında
dibi kırılmış rakı şişesi umutlarla
adam vurmuş sokaklar kadar sabıkalı
-ki kör bir yılandır onlar
denize akıp giden
bir eski ceneviz kulesinin ayakları dibinden-
sokak kedilerinin ölümü kadar yalnız

3


yalnızca üç numara tıraşlarda ortaya çıkan
saç altına sapan taşıyla işlenmiş
çocukluk yarasına benzer hüzün
katil tazılara karşı çaresiz tavşan diriliğinde
sıçrayarak uyanırken uykudan
ben gözlerinde korkuyu görene dek
haykırmalı ölüme diye düşünürüm

4


çaresizliğin türküsüdür
yürekte bayrak açmış
intihar cumhuriyetinin ulusal marşı
arkadaş uçurtmalarına kurulan
hain tuzaklar gibi
rengarenk jelatinler arasına gizlenmiş
sakal artığı paslı jiletlerle yapılır infaz
ancak ölünce biliriz
sayısız iklime bölünmeyi

Can Sinanoğlu

Resim;Lisa Albinger

25 Ocak 2011 Salı

Ah şu edebiyatçılar!



Bir kaç gündür tesadüf sonucu okuduğum bir haber ile kafam oldukça karışmış durumda.

İnternette, yurtta neler oluyor diye yaptığım bir gezinti karşıma ilginç bir haberi çıkarttı.

Bu haber; "Şair Lale Müldür'den edebiyat dünyasını sarsacak iddia: Nilgün Marmara intihar etmedi öldürüldü!" şeklinde şok edici bir başlıktı benim için.

Belki haberi okudunuz, okumadıysanız aşağıdaki linki tıklayarak okuyabilirsiniz;

tıklayın

Lale Müldür, bir kaç şiiriyle sevdiğim edebiyatçılar arasındadır. İlginç bir kişiliktir bildiğim kadarıyla, ama Türk edebiyatında şiir dünyasına kattığı bir çok zenginlik vardır bu anlamda kendisine saygı duyarım.

Nilgün Marmara ise her koşulda ilk tercihimi oluşturacak edebiyatçılardan.

Çoğunluk içinde bu haberin sıradan olmadığına inanıyorum. Anlaşılabilir bir gerçekliği yok bu açıklamanın benim için. Kafam gerçekten basmıyor; bir insan böylesine önemli bir konuda neden yıllarca suskun kalır?

Bir başkası olsa, herşeye rağmen bu suskunluğu anlayabilirim ama söz konusu Lale Müldür olunca bu suskunluğun anlamsızlığı da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Pek çok konu da oldukça yırtıcı bir karakter sergileyen sayın Müldür ün bunca yıl suskun kalmasının affedilecek bir yanı yok.

Ne kadar gerçeği içinde barındırıryor bu konu onu da anlayabilmiş değilim.

Anlayamadıklarım arasına edebiyatta bir yerlere gelmiş kişilerin son derece anlamsız davranış sergilemesi de var.

Beni içten yaralayan ise çok daha farklı bir konu aslına bakacak olursanız. Sayın Müldür intihar gerçeğinin dışarıda kalan kişilerin dünyasında nasıl önemli bir rol oynadığının sanırım farkında değil.

Hepimiz ölüm olgusunu doğal karşılayabiliriz. Var olduğumuz andan itibaren iç içe olduğumuz bu gerçek bazen kişinin kendi isteğiyle bir son bulabilir. Buna hiç itirazım yok.

Ama yine de ötelediğimiz gerçeklerimizdendir ve sevdiğimiz kişilerin bir anda intihar ederek bizden uzakta bir yere yerleşmesi kabulde zorlandığımız şeylerden biridir.

En azından benim için öyle...

Bir intiharın ardından hayata yeniden tutunabilmek, bunun nedenlerini sorgulamak kolay hazmedilir bir şey asla değildir. Hep bir şeyler eksik kalır bundan sonra hayatınızda. Yarım tebessümlerle dolaşırsınız. Çünkü ret eder bir yerde mantığınız bu gerçeği.

Yinede devam eder yaşam, nasıl geçtiğini bir tek siz bilebilirsiniz. Bir şekilde dinginleşir dünya herşeye rağmen, kabul edersiniz büyük bir kederle.

İşte Nilgün Marmara nın sevenlerinin de neler yaşamış olabileceğini bir parça bilirken bu kabul sürecinin dinginliğindeyken birinin çıkıp asla kapanmayan yarayı yeniden kanatması ve bambaşka yeni acılar ve sorular oluşturması haksızlıktır.

Hiç kimsenin hiç kimseye bu haksızlığı yapma özürlüğü yoktur.