13 Şubat 2010 Cumartesi

Sevgiliye yeni mektup...



Hiç bir yere sığmıyor ne ruhum ne bedenim...

Özel günlerde biraz daha huysuzlaşıyorum yine bencilliğimden, sensizliğimden...

Sensiz geçen günleri saymaktan vazgeçtim, taşıyamadım günlerin hızla çoğalan ağırlığını.

Tüm gün boyunca o çok sevdiğin ezgiyi dinledim .Ve ne kadar haklısın sevmekte Beethoven ı ve yine o çok sevdiğin Sarah Brightman ne kadar güzel seslendirmiş"Figlio Perduto" yu.Beraberken aldığım hazdan farklı bir hazdı inci tanem. Gözlerimi kapatıp dinleme anında yüzünün aldığı şekli hayal ederken yaşadığımı duyumsadım. Bu anın dışındakiler zorunlu bir nefes alışveriş.

Tanımış olsaydın çok seveceğini ve anlaşacağını düşündüğüm bana göre gerçek bir sanatçı olan Sanem Uçar ın dizeleri beynime kazınmış bir şekilde çakıldı, hiç çıkmıyor dizeler aklımdan seninle birlikte.

"İçimizde kopan

fırtınaların yanında

olsa olsa

birer rüzgar

yaşadıklarımız"

Biliyormusun bir tanem bir kaç gün önce Munch müzesinde bir çalışmadaydım.Yapılacak bir sürü iş varken ve tembelliğiyle tanınmış ben, düşünemeyeceğin kadar çalışkan bir tavırla iş başındaydı.Herkes son derece memnunken hayatından kimse benim kadar mutlu olamazdı. Munch a ait her şeye dokunurken sana dokunuyordum sanki. Senin kokun dalgalanıyordu, gülüşlerin yankılanıyordu odalarda.Munch gurur duyardı bu kadar doğru bir şekilde sevildiğini görse senin tarafından.

Çok başarılı bulundu çalışma, kutlandım.

Kutlamaları kabul ederken yanıbaşımdaydın, elin avucumdaydı.

Kimse görmedi, kimse bilmedi.O sadece kadınlara özgü yaratma güdünle var ediyordun yine.

O kazı çalışmalarından gelişini hatırladım bugün. Nefret ederdim ülkemin bu zenginliğinden, dağ taş tarih kokuyorken seni bir süreliğine benden alan ayrılıkları yaşatırdı çünkü.

Ama sonra o dönüşlerinin muhteşemliği yok muydu, nasıl anlatılabilir ki o mutluluk.

"Üzerimde yüzyılların tozu var " diyerek banyoya gidip yıkanış esnasında güneşin kararttığı ve garip şekillere dönmüş tenini severdim.Avuçlarımın arasında minicik bir kız oluverirdin.

Özlem bitmiyor bir tanem, katlanarak büyüyor ve sığmıyor hiç bir yere ne ruhum ne de bedenim...

7 Şubat 2010 Pazar

Edgar Allan Poe




Öldüğünde henüz 40 yaşındaydı ve Rynas's Inn adlı bir meyhanede son derece kötü koşulda bulunmuş ve derhal hastaneye kaldırılsa da 1849 yılında Baltimore daki hastane odasından bir daha çıkamamıştı.

Çok sevdiğim edebiyatçılardan bir tanesidir. Onunla ilgili gözüme çarpan bir haber kolları sıvamama neden oldu. Diyor ki haberde;

"Edgar Allan Poe’nun mezarına her yıl doğum gününde şafak sökmeden önce güller ve kanyak bırakan hayranı, Poe’nun 201. doğum günü olan 19 ocakta yazarın mezarına gelmedi. Baltimore’daki Poe Müzesi’nin küratörü Jeff Jerome, Poe hayranını 30’dan fazla kişiyle birlikte bütün gece bekledi ancak gelen giden olmadı. 1949 yılına kadar uzanan gelenek şimdiye kadar hiç bozulmamıştı. Mezarlıkta bekleyenlerden biri olan 29 yaşındaki Cynthia Pelayo, “Onu görmek için Chicago’dan buraya geldim. Yalnızca üzgünüm” diye konuştu."

O çok ünlü şiiri ni anımsatıyor durum;


Bir gece bulutun rüzgarından
Üşüdü gitti Annabel Lee.


Son derece hazin bir öyküsü var Edgar Allan Poe nin.Kendini içkiye vererek bir çok şeyden kaçtığını düşünse de, kaçamamıştır oysa.

Kısa öykülerde aklıma gelen ilk edebiyatçıdır.


Aynı zamanda gerilim, korku ve polisiye türlerinde de örnek veren edebiyatçının sadece Annabel lee şiirinin hatırlanıyor olması üzücüdür.

Amerikan edebiyatına farklı bir kurgu ve yazım teknikleri geliştirmiş büyük bir edebiyatçıdır.



Kuzgun


Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
"Bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan,
Başka kim gelir bu zaman?"

Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık gecesiydi,
Örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman,
Işısın istedim şafak çaresini arayarak
Bana kalan o acının kaybolup gitmiş Lenore'dan,
Meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili Lenore'dan,
Adı artık anılmayan.

İpekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin
Korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan;
Yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim:
"Bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan,
Gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan;
Başka kim olur bu zaman?"

Kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden
"Özür diliyorum" dedim, "kimseniz, Bay ya da Bayan
Dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki,
Öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan."
Yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan
Kapıyı açtığım zaman.

Gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,
Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;
Sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,
Fısıltıyla bir kelime, "Lenore" geldi uzaklardan,
Sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;
Yalnız bu sözdü duyulan.

Duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden,
İçimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman.
İrkilip dedim: "Muhakkak pancurda bir şey olacak;
Gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran;
Yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran;
Başkası değil rüzgârdan..."

Çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden
Bugüne kalmış bir Kuzgun pancuru açtığım zaman.
Bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle
Süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan,
Kondu Pallas'ın büstüne hızla geçerek yanımdan,
Kaldı orda oynamadan.

Gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca
Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;
"Gerçi yolunmuş sorgucun" dedim, "ama korkmuyorsun
Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından;
Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?"
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama
Hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan,
İlgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki
Kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan,
Böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan;
Adı "Hiçbir zaman" olan.

Durgun büstte otururken içini dökmüştü birden
O kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan.
Sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı,
Sustu, sonra ben konuştum: "Dostlarım kaçtı yanımdan
Umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan."
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte
"Anlaşılıyor ki" dedim, "bu sözler aklında kalan;
İnsaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin
Sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan.
Umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan:
Hiç -ama hiç- hiçbir zaman."

Çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün;
Bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan,
Sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere,
Sonra Kuzgun'u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan
Ne demek istediğini böyle kulağımda kalan.
Çatlak çatlak: "Hiçbir zaman."

Oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile
Ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan
Durup o Kuzgun'a baktım, mindere gömüldü başım,
Kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran,
Elleri Lenore'un artık mor mindere, ışık vuran,
Değmeyecek hiçbir zaman!

Sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla
Melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan.
"Aptal," dedim, "dön hayata; Tanrın sana acımış da
Meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan;
İç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan."
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

"Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa?
Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin,
Korkuların hortladığı evimde, n'olur anlatsan
Acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan..."
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

"Şu yukarda dönen gökle Tanrı'yı seversen söyle;
Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
Azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi
Buluşacak o Lenore'la, adı meleklerce konan,
O sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?"
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Kalkıp haykırdım: "Getirsin ayrılışı bu sözlerin!
Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan!
Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!"
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Oda kapımın üstünde, Pallas'ın solgun büstünde
Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan;
Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin
Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,
O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan
Kalkmayacak - hiçbir zaman!


..........0..........

Annabel Lee



Seneler,seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı,bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni.

O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.

Bir gün işte bu yüzden göze geldi,
O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgarından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni,
Mezarı ordadır şimdi,
O deniz ülkesinde.

Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi, -
Evet! - bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutun rüzgarından
Üşüdü gitti Annabel Lee.

Sevdadan yana, kim olursa olsun,
Yaşça başca ileri
Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat gökteki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee.

Ay gelip ışır hayalin eşirir
Güzelim Annabel Lee;
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabel Lee;
Orda gecelerim,uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki,
Yattığın yerde seni .


..........0..........


Bir Düş

Görüntüleri arasında karanlık gecenin
Yitirilmiş sevincin düşünü kurdum.
Ama kalbimi kırarak beni uyandırdı
Görüntüsü yaşamın ve ışığın.

Ah! Düş olmayan bir şey var mıdır gündüzleyin
Gözlerinde geçmişten gelen bir ışıkla
Çevresine bakan kişi için?

O kutlu düş-o kutlu düş,
Bütün dünya kınarken
Tarlı bir ışık gibi neşelendirdi beni
Yalnız bir ruha yol gösteren.

Ne olmuş geceleyin ve fırtınada
Titriyorsa yükseklerdeki ışık?
Daha berrak bir sey var mıdır
Gündüz parlayan yıldızından, gerçeğin!

Charles Baudelaire onun için diyor ki;

"Tekrar ediyorum, hiç kimse insan yaşamının ve doğanın istisnalarını daha büyülü anlatmadı.

Charles Baudelaire"


Katılıyorum....