28 Eylül 2009 Pazartesi

Tevfik Fikret


Bugün hiç bilmediğim bir şeyi öğrenmiş olmanın garip tadındayım.

Çok değer verdiğim bir dost sayesinde Tevfik Fikret in vatansever ve şair kimliğinin yanında ressam da olduğunu öğrendim.. Kendi sitesinde çok güzel bir yazı yazmış Tevfik Fikret le ilgili olarak. Dönülüp okunur mu bilmiyorum ama ben buraya o yazıyı almak istiyorum;


"Edebiyatçı kimliğiyle tanıdığımız Tevfik Fikret, Türk edebiyatının en saygın kişilerinden birisidir. 24 aralık 1867 yılında İstanbul da doğan ve 19 Ağustos 1915 te yine İstanbul da ölen Tevfik Fikret i benim için önemli yapan bir çok özellik var.

Herşeyden önce dürüst kişiliği ve inandığı gibi yaşamak istemesi, gerçek bir yurtsever olması ve bu uğurda kendine göre savaş vermesi son derece önemli bir yer kaplıyor.

İçinde yaşadığım bu efsunlu kentte Galatasaray Lisesi yada Robert Koleji her gördüğümde , aklıma gelen ilk isimlerdendir. Onun duygulu kişiliği çok genç yaşlarda edebiyata özellikle şiire yöneltirken, edebiyatçı kimliğiyle tanıdığımız Tevfik Fikret in resme olan yeteneği de bana göre onu ressamlar sınıfına pek ala sokabilir.

Osmanlı döneminin belki de en zor dönemlerinde her türlü anlamsızlığın kol gezdiği zaman diliminde zor anlar yaşadığını biliyoruz.Robert kolejinde Türkçe öğretmenliği yaptığı dönemlerde Abdülhamid yönetimi aydınlar üstündeki baskısını giderek yoğunlaştırdığı dönemlerdi. Sansür ve jurnalcilik bütün hızıyla işliyordu. Ve o günlerin birinde bir dost evinde okuduğu II. Abdülhamid'i eleştiren bir şiiri nedeniyle gözaltına alındı.Evi arandı ancak şiir bulunamayınca serbest bırakıldı.

Bu kargaşa içersinde herşeyi bir kenara bırakıp kaçmak fikri Tevfik Fikret in öylesine içindeydi ki arkadaşlarıyla birlikte Yeni Zelanda ya gitmeyi hayal edebiliyordu. Bu hayaline asla kavuşamasa da İstanbul da kendi eliyle çizdiği Aşiyan da ki evinde herkesten uzak bir yaşam tarzı en azından hayallerinin bir kısmının gerçekleştiği bir olgu gibi alıyorum. Sadece eşi ve çocuklarıyla birlikte ölümüne kadar düşüncelerini zaman zaman şiire ve şiirle birlikte resimlere döktü.

Onun ressam kişiliğinin pek biliniyor olmamasını da içime sindiremiyorum. Bu sebeple bu büyük şairin resimlerinin de yer alacağı bir köşe olmasını tasarladım.

Aşiyan onun bir şekilde sığınağı olmasına rağmen II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte çekilmiş olduğu inzivadan çıkmıştır.Eski arkadaşlarıyla barıştı. Hüseyin Kâzım ve Hüseyin Cahid'le birlikte Tanin gazetesini kurdu.

Naif bir kişilik olmasına rağmen inandığı gibi yaşamayan insanlarla daima kavgalı bir yapısı da vardı. Tanin dergisi İttihad ve Terikki'nin yayın organı durumuna getirilmek istenince buna karşı çıktı. Hüseyin Cahid'le kavga ederek oradan da ayrıldı...

Galatasaray Lisesine müdür olarak göreve başladığı yıllarda 31 mart olayı patlak verince olayı protesto amacıyla önce kendini okulun kapısına zincirle bağlattı, ertesi günde istifa etti. Ancak öğrencilerin ve ozamanın Milli Eğitim Müdürü Nail Bey'in ısrarlarıyla tam yetkili olarak göreve döndü. Bu da kısa sürecekti ve bir süre sonra tamamiyle Galatasaraydan kopacak ve dönmemecesine ayrılacaktı.

Hayallerinden biri de modern pedagojik ilkelere uygun yeni bir okul açmaktı.Bunu rahatsızlığı nedeniyle yapamadı. Ağır şeker hastalığına yakalanmıştı . 1914'te kolu şiştiği için bir ameliyat geçirdi ve tedaviye pek yanaşmadığı içinde bu hastalıktan onu kaybettik.

Fikret’in gelecekteki umudunun gençler olduğu ve gençlere misyon yüklemenin Tevfik Fikret’te bir ilk olduğu, sonradan Fikret’in bu görüşünün Atatürk’e yansıdığı, Atatürk tarafından örnek alındığını biliyoruz Bu sebeple söylemek istediklerini oğlu Haluk için yazdığı şiirlerde görmekteyiz.

Şiirlerle birlikte resim de yaptığını bildiğimizden her düşüncesi aynı zamanda resmlerine de aktarılmıştır. Örneğin;

“Çocuklar” resminde de ön planda yer alan bir eliyle yüzünü kapatmış olan çocuğun toplumun Fikret’in yaşadığı yıllardaki karmakarışık durumunu, onu arkadan izleyenlerin ise, geleceği temsil edecek olan çocuklar olduğunu düşünülebiliriz.




Bu memlekette de bir gün sabâ olursa, Haluk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderatı kavî bir elin, kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temasiyle silkinip şu donuk,
Şu paslıçehre-i millet biraz gülerse… O gün
Ben ölmemiş bile olsam, hayâta pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; o gün benden
Ümidi kes, beni kötrüm ve boş muhitimde
Merâmetimle umut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarların seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüviyet ü uzviyetinde âtisin;
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!
Evet sabah olacaktır, sabâh olur, geceler
Tulû-ı haşre kadar sürmez; âkıbet bu semâ,
Bu mai gök size bir gün acır; melul olma
Hayâta neş’e güneştir, melâl içinde beşer
Çürür bizim gibi… Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların edebi iştiyâkı var nûra.
Tenevvür… Asrımızın işte rûh-i âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli,
Zîya içinde koşun bir halas-ı meşkura.
Ümidimiz bu; ölürsek de biz, yaşar mutlak
Vatan sizinle şu zindan karanlığından uzak!

Ya da bu şiirde olduğu gibi;

Baban diyor ki: Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşünüyorsun, bilir misin?... Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Siyah-ı mateme benzer terâne-i îdi!
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu ru-yı zerd-i sefalet… Evet meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor… Halûk, dinle!

Aynı şekilde kadınların o dönemdeki durumlarını göz önüne alacak olursak eşine yüklediği misyonda önemli bir yer tutar.Onun bu anlamdaki düşüncelerini biliyoruz;

“Kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkum etmiş demektir; hüsranına ağlasın. Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer.”

Tevfik Fikret’in eşiyle, Robert Koleji müdürünün İstanbul’a gelen oğlu onuruna verdiği bir davete katılmış ve bunun üzerine tutuklanan biridir. Ve eşi Nazime Hanım ın resimleri peçesini kaldırmış, buğulu gözlerle poz veren bir kadın kadın erkek eşitliğine inanan Tevfik Fikret in inançları doğrultusunda ortaya koyduğu eserlerden sadece bir örnektir.



Bir Tasvir Önünde

Güldün, bu heybet seni güldürdü; o kaşlar;
Bir ok gibi ateşli nazarlarla silahlı
Gözler, o bakırdan göğüs; atlar gibi coşkun
Bir kaplanın vaziyeti kadar tez ve kanatlı
Leventçe tavırlar, o arslan bazularla
Asabını oynattı… Bu soydan ve doğuştan
Yiğitlik sana uzak cedlerin şerefli
Bir armağanı; sen bu cesur ve asil kanı
İnsanlığı canlandırmak için feda edeceksin;

Hak bellediğin yola yalnız gideceksin!

Hastalığını gittikçe arttığı dönemlerde güleriz ağlanack halimize adlı kendi tablosu bir çok anlamda önemlidir. Ve bu resim yapılırken şiirde resme eşlik edecektir:

Fırçam kurumuş bir ağacın hasta bir dalı,
Elimde şikâyetçi heyecanlarla titriyor;
Gûya çiçek diye
Bir yeşil toprağa döktüğü kanlarla titriyor.
On gündür işte uğraşıyor fikrim sanatım
Bir his dalgasını resmetmek için;
Seyreylerim bu levhayı artık sürekli,
Verdim emek diye.
Seyreylerim ve bu sanatın aczine boyun eğerek
Kutsamayı ahmakça bulurum eseriyle ‘kudret’i;
Lâkin zaman olur
Pek ruhsuz bulur da beğenmem tabiatı.
Mutlak o gün beğenmek için hasta, dargın;
Bir başka çehre, gözü yaşlı bir çehre isterim…
Bundandır işte; şiir olacak yerde sözlerim
Bâzen bir inleme olur!

Sanem Uçar..."


Ve sitesine Tevfik Fikret e ait 25 resmi koymuş... O resimlere bakarken gerçekten çok şaşırdım. Şair, Nazım da da vardı bu yetenek, Tevfik te de varmış ve hiç bilmiyormuşum....

Resimler hakkında sanatsal anlamda bir çok şey söylenilebilir ve inanıyorum ki, dantel takımımız bu resimleri görmüş olsa söyleyeceği bir çok şey vardır.

Elimin tersiyle şu anda söylenebilecek herşeyi itiyorum...

Bu vatan için gerçek anlamda bir şeyler yapmak isteyenlerin sanırım geceleri ve gündüzleri yoktu.Her an, içinde yaşattıkları düşünce ve duyguların biraz daha fazla kişilere ulaşabilmesi için başka ne yapabilirim? in derdindeydiler.

Ölene kadar içlerinde var olan bu anlamlı savaş hiç bitmedi.

Bir kişiye gerçek anlamda sanatçı diyebilmek için gerçek anlamda bilgi birikimine sahip olması gerektiğine inanıyorum.

Ama yetmez bu...

Bununla birlikte inançta gerekiyor, ve gerçekten de inandıklarıyla eş değerde bir yaşam sürmek kesinlikle buna eklenmelidir.

Yine yetmez....

Müthiş bir hayal gücü de gerekiyor, ancak bu hayal gücü zaman zaman havalarda kalsa da ayakları yere basan hayallerle devam edebiliyor yaratma gücü...

Bütün bunlara baktığımda bildiklerimden yola çıkarak bildiklerimin aslında gerçekte ne kadar az olduğunu,modern hayatın beraberinde getirdiği alışkanlıkların çoğunlukla kendimizden kaçışlara izin verirken, ve farkında olmadan yaratıcılığımızı kısıtlamasına sessizce göz yumarken , topluma, dünyaya karşı görevini olması gerektiği gibi yerine getirmeyen bir birey gibi gördüm kendimi.

Ve dünyanın ucunda, kendi deyimiyle "efsunlu kentte" yaşayan bir insan, eminim ki yapması gerekenleri yerine getirirken bizlere de yapılması gerekenleri hatırlatma da büyük bir rol oynuyordu.

İnsan olmanın beraberinde getirdiği sorumluluk bu olsa gerek.

Sanal alemin de sanallığına öğretici kimliğiyle saygı getirmeyi ihmal etmiyordu.

Bize de onun emeklerini kopyalamak düştü teşekkürlerimizle.....


25 Eylül 2009 Cuma

Görünsün karşıdan İstanbul şehri!


Bir kaç gündür içimde garip bir huzursuzluk var. Aslında bu huzursuzlukla bir ömür geçirmiş olduğumu yeni yeni fark ediyorum.

Bir yere ait olamamanın verdiği tatsız bir duygu bu.

Hemen her yerde duyabilirsiniz bu yabancılığı.En yakın dostlarınızın ve sevdiklerinizin arasındayken bile bir şeyler vardır, siz oraya ait değilsinizdir ve soru bankası gibi çalışan beyniniz üretmeye başlar soruları....

O zaman nereye aidim?....

Hep ötelediğiniz bir yanıt vardır aslında; "Bir yere ait değilim" ama öylesine güzel gizlersiniz ki bu cevabı sanki bu cevap sizin toz şeklinde bulutlara karışmanıza sebep olacaktır.Ve bundan korkarsınız...

Korkularınızı doğru bir şekilde yönlendirmenin yolunu bulup bulmamak belki becerinize kalmıştır, yada genetik şifrenizdeki yeteneğe....

Bu duygularla boğuşurken yine Norveç li bazı arkadaşlarımla birlikte kurmuş olduğumuz jazz grubunda bagetleri sallarken aksak ritim çaldığımı fark ettiğimde, beraberinde gelen doğaçlama bir yanım Türkiye ye doğru uzandı.

Aksak ritimlere hiç alışmamış kulaklar için etrafa yayılan ritimler büyük bir beğeni kazanırken sanatçılar için alkış ın önemi olduğuna inanan düşünceye inat alkışların bir an önce bitmesini ve evime dönen yolda olmayı istediğimi fark ettim.

Güzel bir konserin ardından hemen evine kapanmak isteyen sabırsız, telaşlı ve uyumsuz "ben " sanatçı kaprisi adı altında tanımlanırken içimde yaşattığım fırtınanın sendelemesindeydim oysa. Hissettiklerimizin dışarıya yansıması zaman zaman yanlış anlaşılsa da, sahipken sahip olduğumuzun farkında olmadığımız kaybettiklerime dönme telaşımı kim anlayabilir ki?

Hiç bilmediğim bir müzik ti oysa Türk Sanat Müziği ülkemdeyken. Ya da tercih etmediğim diyeyim... Bu gece 40 yaşımdan sonra tanıdığım bir sanatçının albümünü dinlemek için koşar adımlarla evime gitme telaşımı anlar mı Norveçli arkadaşlarım?

Nazım orada da büyük bir dev ken aslında bu müzik için yazdığı şiirin anlamını anlatabilirmiyim onlara.


Martılar ah eder, çırparlar kanat
Deryalar açılır, kat kat...
Gayri beklemeye kalmadı tâkat
Görünsün karşıdan İstanbul şehri...

Dalgalar yar beller, kopar kıyamet!
Deryayı kan eder, kan eder hasret
Gayri beklemeye kalmadı tâkat,
Görünsün karşıdan İstanbul şehri’....


Ey büyük usta!

Affet beni.

Ülkemdeyken Mesut Cemil i isim olarak bilsem de bu şarkıyı bilmezdim, ve sözlerini hiç bilmezken seni sevdiğimi söyler dururdum. Ne kadar eksikmiş sevdiklerim bile...

"Görünsün karşıdan İstanbul kenti!!! " Çamurunu, pisliğini, keşmekeşliğini, neleri özlediğimi bir bilsen!!!!

Ve yine bana bir çok anlamda bambaşka ufuklar açan Münip Utandı yı hayatıma katarken yürümeye yeni başlayan bir çocuğun sendelemesi gibi hayatım...

Teşekkürler, eksiklerimi görmemi sağlayanlara teşekkürler....

15 Eylül 2009 Salı

Kaçan uykunun ardından


Kapımı çaldığında yatmaya hazırlanıyordum. Tam uykunun kapımı çaldığı bir zamanda, başka bir kapının çalmasını garip bir tereddütle açıyorsunuz.Her ne kadar dünyaya bakışımızda kendimizi insanlığa ,doğruluğa ve güzelliğe adamışlık var gibi olsa da içten içe beslediğimiz bir bencilliğin gerçeğin de "hoşgeldin"diyebildim.

"Konuşmak istediklerim var, uygun zaman değil ama birileriyle konuşmalıyım" derken ona verdiğim cevap ta ister istemez bir yalanı içinde barındırıyordu.

Aaa olur mu hiç, önemi yok....

Sessizce kanepeye oturdu ve anlatmaya başladı....

Klasik, sıradan yada bildiğimiz şeylerdi anlattıkları.Olayın kendisinde değilim.Önemli olan yaşanılanlar karşısında kendini kötü hissetmesiydi. Ve bende ister istemez kaçan uykumun ardından her zamanki "ben" haline çoktan dönmüştüm.

İlgili, dinleyen, yargılamayan, çare bulmaya çalışan her zaman ki Adan...

Hani bazı insanlar vardır, ilk gördüğünüzde onu sımsıkı sarmak kucaklamak istersiniz ya, kaç yaşına gelirse gelsin içinde taşıdığı yürekle her zaman çocuk olarak kalacaktır...

O da öyledir....

Ve bu insanlar etrafa yaydıkları enerjiyle bir güneş gibi ısıtır içinizi....

O da öyledir....

Hiç kimse onları üzemez kıramaz sanırsınız, onlar evinizin en değerli biblosu gibidir..

O da öyledir....

Ama en çabuk kırılanlardandırlar aslında. Bir şekilde sabretmeyi öğrenmişlerdir, ama yine de bir sınır vardır ve sınırın ötesinde karşınızdaki çocuk kalpli kişi dünyanın en yaşlı insanına dönüşmüştür. Güneş, yağmura....

"Herşeye rağmen mutluluk" ilkesinin savunuculuğunu yapan Tom Robbins in yazılarındaki gerçek kişi gibi gördüğünüz bu sevimli yaratığın üzülmesine dayanamazsınız.

Kimse üzülmeyi hak etmiyordur, ama o asla....

Anlatırken tane tane anlatır, sözcükler dilinden dökülürken nasıl becerdiğini bir türlü çözemediğim bir usbupla salt hissettiği duyguların aktarımıdır. Ve bu yüzden deler geçer sizi...Güzel tüm duygularını herkesle paylaşırken ,hüzünlerinde yalnızlığı seçer çoğunlukla ama son noktada "duvara konuşmak istemedim bu yüzden geldim" cümlesiyle kapınızın çalındığı o anda bir an için içinde hissettiğiniz bencilliğiniz gelir aklınıza ve kendinizi bir kez daha kötü hissedersiniz.

İkinci aşamaya geçtiğinde, yani onu bu duyguları hissettirmeye götüren sebepleri dinlediğinizde bedeninde iki gözden çok daha fazlasına sahip olduğuna inanırsınız.

Asla göremeyeceğim şeyleri görmüştür. Asla duyamayacağım şeyleri duymuştur.

Bir insan, bir insanın hüzünleriyle büyür mü?

Onu dinlerken büyüdüğünüzü hissedersiniz. Oysa taşıdığı o sevimli yürekle minicik bir çocuktur...

Bir kaç saatte dünyanın en bilge kişileri kulağınıza binlerce fısıltı yerleştirmiş gibi bilgilendiğinizi hissedersiniz.

Ve bütün bunlar bir insanın hüzünlerinden, kırılmışlıklarından oluşmuştur.

Mutluluklar kolay paylaşılıyor dostlar, mutluluklardan da öğrendiğimiz şeyler var elbette ama asıl öğrendiklerimiz hüzünlerden mi doğuyor dersiniz?

13 Eylül 2009 Pazar

17 de asılı kaldı Erdal


25 eylül 1964 doğumluydu Erdal Eren...

Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğrencisi Sinan Suner in öldürülmesini protesto etmek için gittiği gösteride 2 şubat 1980 de gözaltına alındı.

19 Mart 1980 de idama mahkum edildi

13 aralık 1980 de Ankara Merkez Cezaevinde infaz edildiğinde yaşı büyütülmüştü.

Anne ve babasına yazdığı mektubun son pragrafı şöyleydi;

" Zavallı ve çaresiz biriymiş gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar. Bu konuda ne kadar güçlü, ne kadar cesur olursanız, beni o kadar mutlu edersiniz."

Bu anlamda en anlamlı söz; Sanem Uçar' dan...


17 de asılı kaldı Erdal...

5 Eylül 2009 Cumartesi

Sanatı katledenler amatörlerdir

Bazen bazı cümleler anında bir etki yaratırken, bazen de duyduğum da öncelikle hiç bir yere koyamayacağım, cevabını bilemeyeceğim, doğal olarak garip bir sendeleme yaşayacağım bir etki bırakır bende. Bu andaki durumu heykele yansıtacak olsam, gülümsemeyle karışık bir kaş çatması,karar vermek ile vermemek arasındaki biraz gergin yüz hatları, iç sesimle konuşurken "yoo doğruuuuu," yada "yok canım çok ta doğru değil" düşüncesinin saniyedeki değişkenliğinin oluşturduğu karman çorman bir görünüm açıkcası....

Mutluluğun resmini yapabilirmisin? demiş ya büyük bir ozan, yapılamayacağını belki de düşünerek, aynı şey tüm duygular için geçerli aslına bakarsanız.

İnsanoğlunun içinde birebir olarak yaşadığı duyguların aktarımının bütünün değil,doğruya en yakın olarak yapılacağına inanıyorum ...

Bu hafta sanat danışmanı olarak çalıştığım müzede "ışıklar" adı altında, bilinen sanatçılarla birlikte genç yeteneklerinde bazı eserlerinin sergilendiği bir sergi ve panele ev sahipliği yapmak durumunda kaldım.

Hazırlanışı uzun sürdü açıkcası. Belli bir amaç doğrultusunda ortaya çıkartılmak istenilen düşünce paralelinde sanatçılarla yazışmak çizişmek pek o kadar kolay değildir.Ama yavaş yavaş ortaya bir şeyler çıkmaya başladığı zamanda duyulan haz da anlatılamaz.

Dürüst olmam gerekirse bu tarz etkinliklerin oluşma esnasında en büyük zorluğu "amatör" diyebileceğimiz kişilerle yaşarım.

Yazılarıyla tanıdığım, her ne kadar kendisine edebiyatçı damgasını vurmak istemese de edebiyatçı kimliğini gördüğümü sandığım sayın Sanem Uçar ın, bir yazısında "Sanatı katledenler amatörlerdir" cümlesi de bende yukarıda anlatmaya çalıştığım etkiyi bırakmıştı ilk okuduğumda.

Sanatı katledenler amatörler midir? diye sorduğunuzda bir çok cevap verebilirsiniz . Duruma göre değişen bir cevabı içinde barındırıyor bu cümle aslında. Doğru sadece tek midir? eğer buna verilecek cevabınız; evet tekdir olursa, doğal olarak bu söylemde ya doğru yada yanlış oluyor çok basit bir mantıkla.

Bu etkinliğin oluşturulması esnasında bu cümle bir çok defa kafamda geldi gitti. Zaman zaman "evet" dedim bu cevaba, zaman zaman da "hayır".

Bu etkinliğe katılmak isteyen amatörlerin hazırlamış olduğu portfolyoları incelerken, "x" adlı bir kişinin portfolyosu hemen dikkatimi çekti. Sanat için gerekli olan normları, ve şu an burada yazmak istemediğim bir sürü güzel şeyleri içinde barındırıyordu. Ve kendisini tanıttığı tanıtım broşüründe ise diğer kişilerden farklı olarak o kadar az şey yazmıştı ki. İnanın belkide mail adresinden başka bir şey yoktu diyebilirim.

İster istemez bir çok soru sormam gerekti ve gelen cevaplarda inanın hep aynı kısalıktaydı. Sadece sorulan sorulara yanıt veriyordu.

Kişileri tanımak istemek gibi bir alışkanlığım hiç olmamıştır, doğal olarak tahmin edebilirsiniz ki sorulan sorularda yaptığı eserler üzerineydi.Bu anlamda bir bilgisi olduğunu verdiği yanıtlardan çok kolaylıkla anlayabiliyordunuz. Boş değildi kesinlikle ama sanki bir şeyler eksikti ve ben neyin eksik olduğunu yada beni biraz huzursuz eden şeyi çözemiyordum.

Sonuçta güzel eserlerdi ve yönetim bir eserinin sergilenmesine karar verdiğinde durumu kendisine bildirdim.

Eserlerin müzemize gelmesi de ayrı bir çalışmadır. Ve eserler belirtilen tarihe kadar yavaş yavaş müzeye gönderilirken "x" in eseri en önce gelen eserlerdendi.Gerçekten esere dokunduğunuzda da farkı hissedebiliyor ve güzelliği karşısında büyülenebiliyordunuz.

Kendisiyle tanışma fırsatı yakaladım. Büyük bir mütevazilik örneği göstererek asıl mesleğinin bu olmadığını ve aslında mesleğini de çok sevdiğini zaman zaman da heykel yaparak iç dünyasında biriktirdiği şeyleri dışa vurduğunu söyledi.

Bir çeşit meditasyon dedi....

Sarsıldım, çünkü öylesine güzeldi ki eseri ,sahip olduğu yeteneğin onda birine sahip olup kendisini bir yerlere koyan onlarca heykeltraştan çok daha ötedeydi.

Uzun uzun konuştuk, içimdeki huzursuzluğun , eksik gördüğüm şeyin ne olduğunu bulmaya çalışıyordum hala. Bu arada da diğer amatörlerin eserlerini de gezerken ve onlarla da konuşma fırsatı bulurken her anlamda aradaki farkı görebiliyordum.

İçlerinde bazıları sıyrılıp sanatçı ünvanını alacaklardır ilerleyen zaman içersinde. Pekii hangileri?

Yeteneği olanlar mı? Hiç biri "x" kadar yetenekli değil aslında ama "x" de asla sanatçı olmayacak. İstemediğinden mi? Sanırım hayır....

Amatör olarak adlandırdıklarımız eğer içlerinde tutku barındırmıyorsa bu yol kapalı olacaktır her zaman. Ve doğal olarak sayın Sanem Uçar ın dediği gibi sanatı katleden kişiler olarak ayağımıza dolanacaklardır.

O tutkuya sahip olanlar, yetenekleri olmasa bile sanatın gelişmesinde öncülük yapan kişilerdir. Çünkü geceleri gündüzleri hayalleridir. Yazarlar, çizerler, uyurlar uyuyamazlar, uyanırlar bir çizik atarlar.

Kendileri yoktur o sihirli yolda. Hırçındırlar, bir daha bir daha diyen hiç durmayan bir iç sesin haykırışıyla boğulurlar.Orada burada yazdıkları yada çizdikleri, yada söyledikleriyle bir kaç kişinin beğeni dolu sözleriyle bir şeyler yaptığını sanmalarını sağlayan biz şakşakçılar da sanatın katillerindeniz bu koşulda.

Evet şimdi çok daha iyi anlıyorum, "sanatın katilleri amatörlerdir "cümlesinde ki inceliği. Ortaya çıkan şey ne denli güzel olursa olsun, ileriye dönük bir hayali içinde barındırmıyorsa, tutku yoksa yaratılanlarda, vazgeçiş yoksa hayattan ,yapılanlar masturbasyondan başka bir şey değil.

Bunu başkaları yapabilir, ama sanat eğitimi almış bir kişi ne şakşakçı olmalı bu koşulda ne de bu işin içinde, değil mi sevgili sanem?.....